28 Mart 2011 Pazartesi

Teşkilatçının Hitab Tarzına Dair


Teşkilatçının Hitab Tarzına Dair


“Küçük Prens” adlı eserde geçer, meâlen: “Hayat, insanlara kitablardan daha fazlasını öğretir, çünkü hayat (hazır şablonlara) direnir ve bizi yeni fikirler temin etmeye zorlar.” Bir teşkilatçı veya namzedinin de bu bakımdan, kitablardan öğrenebileceğinin belki daha fazlası hayatta kendisiyle tanışmayı beklemektedir. Veyahut; geçmişte okuduğu kitablarda rastladığı ve şöyle bir okuyup geçtiği inceliklerin kanlı canlı şâhidi olacağı ve lüzumlu dersin ziyadesiyle alınacağı o saatin çalması beklenecektir. İşte bu makalemizde biz, yepyeni bir teşkilatlanma hamlesi arifesinde bir teşkilatçının, hakkında fikir edinmeye çoğu zaman en çok ihtiyacını hissedeceği bir bahse dair bizce çok mühim bir hususu dile getirmeye ve elden geldiğince aydınlatmaya çalışacağız: Çevreye hitab ve yaklaşım tarzı!..

En küçüğünden en büyüğüne, yaşadığımız çoğu hayat sahnesinde, mesela evde, okulda, işte, dâvâ zemininde ve içtimaî münasebetlerimizde niçin kimi zaman sözümüzü dinletemez, kendimizi sevdiremez, kesinliğinden şübhe duymadığımız o kadar berrak inanç ve düşüncelerimizi muhatablarımıza benimsetemeyiz? Hattâ o kadar akıl almaz bir hadde varır ki bazen hadise, sanki sırf biz dedik diye iki kere ikinin dört edip etmediği bile bir tartışma ve tenkid mevzuu olur çıkar! Sizce “arıza” kimdedir bu durumda; söyleyende mi, yoksa dinleyip de reddedende mi?..

En ziyade kabahatli olanın teşhisine yönelik bir araştırmanın neticesi, ilgili tarafların, ortadaki mevzuun, anlaşmazlığın gerisindeki hikâyenin ve meselenin gündeme geldiği zaman ve zeminin niteliğine göre, kısaca, her durumun kendi “hususiyet”ine nazaran birbirinden çok farklı olabilir; bazen her ikisi, bazen de yalnızca biri anlaşmazlığın mes’ulü olabileceği gibi, kimi zaman her ikisi de mazur olabilir, haricî faktörlerin belirleyici olması da mümkündür ezcümle. Biz burada, içinden çıkılmaz teferruata boğulmak ve dağılmak yerine, sadece “umumî bir ölçü” ortaya koymak ve çevresinde temel birtakım noktalara temas etmekle yetineceğiz ki, inşallah böylelikle, “önlenebilir”, yani sırf “hitab ve yaklaşım tarzı”ndan kaynaklanan anlaşmazlıkların doğmadan bertaraf edilmesi mümkün olabilsin, çevreyle sağlıklı, verimli ve bereketli münasebetler tesis etme talihine erilebilsin Allahın izniyle. O hâlde, önce “ölçü”:

İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyorlar:

“Kalb, Allahü Teâlânın komşusudur. Allahü Teâlâya kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mümin olsun, asi olsun, hiçbir insanın kalbini incitmemelidir. Çünkü, asi olan komşuyu da korumak lazımdır. Sakınınız, sakınınız, kalb kırmaktan pek sakınınız! Allahü Teâlâyı en ziyade inciten küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günah yoktur. Çünkü, Allahü Teâlâya ulaşan şeylerin en yakın olanı kalbdir. İnsanların hepsi, Allahü Teâlânın köleleridir. Herhangi bir kimsenin kölesi dövülür, incitilirse, onun efendisi elbette gücenir. Her şeyin biricik Maliki, sahibi olan efendinin şanını, büyüklüğünü düşünmelidir. Onun mahlukları, ancak izin verdiği, emir eylediği kadar kullanılabilir. İzni ile kullanmak, onları incitmek olmaz. Hatta, onun emrini yapmak olur.” (c.3, m.45)

Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretlerinin vasiyetnamesinin son satırı ise şöyledir:

“Hiç kimsenin kalbini incitmeyin.”

Evet, ölçümüzü başa aldıktan sonra, artık deminki mesele ve soruya dönebiliriz. Neydi? Birisi bir diğerine (meselâ, bu satırların yazarının da aynen iştirak ettiği!) apaçık bir hakikati benimsetmeye çalışıyor ve sert bir itirazla karşılaşıyor. Anlaşmazlığın sebebleri sonsuz çeşitlilik arzedebilir demiştik. Şimdi, bizim dikkatimizi teksif edeceğimiz bu “örnek” duruma biraz daha yakından bakıyor olalım ve diyelim ki karşılaştığımız manzara şu: Bu “birisi”, karşısındaki “muhatab”ına o hakikati “hoyratça” dikte ediyor! Peki, böyle bir durumda “kabahatli” kimdir sizce? “Söyleyen” mi, kendisine “söylenen” mi?

Bize sorarsanız, “kabahat” her ikisinde; ama belki en önce “söyleyen”de, yani dosdoğru ifade etmek gerekirse, “söylemeyi bilmeyen”de!..

Öbürüne, yani kendisine hoyratça söz “söylenen” kişiye gelince, hakikate talib olmak yerine, çoğu durumda uslûba ve kabuğa takılmış “sığ” bir idrak ve belki de “egoist” bir ahlâkla malûldur diyebiliriz. Evet, şayet konuşmanın “sert” veya “nefsi inciten” bir niteliği varsa, uğradığı muamelenin haysiyetine veya nefsaniyetine yönelttiği tehdide “şuurlu-şuursuz” karşı koymak noktasında bir derece mazurdur belki, ancak, kendisine “kıra döke” de olsa söylenenlerin “hoyrat” kabuğunun gerisindeki “öz”e ulaşamadan boğulmuştur demek mümkün.

Her tavrın kendi hususî şartları içinde değerlendirilmesi gereğini “müstesnâ” tutarak devam edersek ve bilhassa “rencide edici” hitabın alışkanlık hâline getirildiği durumları ele alırsak, bu safhada yeni bir soru çıkar karşımıza: “Öz”ü bu kadar hoyratça muhataba dikte eden, dayatan, hakikati gözler önüne sermek isterken muhatabın gözünü çıkaran bir insan, gerçekte o sözcüsü olduğu “öz”den ne derece pay sahibidir? Üstad’ın “İdeolocya Örgüsü”nde hüviyeti resmedilen ve Şer’î ölçüleri “balta” niyetine kullanan, sevdirmek yerine itmenin ve tiksindirtmenin her yolunu maharetle(!) tatbik eden “yobaz” bahsini hatırlayacağınıza eminiz!..

O halde, bir ikinci incelik daha âşikar olmuş değil midir: Kırıcı hitaba veya muameleye maruz kalanın nefsaniyeti yanında, hakikatı “kıra döke” göze, kulağa ve başa kakan, böylece “sırların letafeti”ni zedeleyerek “kalbe telkin”i en başından boğan kişi de nefsaniyet tavrının, bu meyanda sığlığın ve egoistliğin belki en başta gelen mümessili değil midir?..

Burada “istisnâ”mızı daha bir berraklaştıralım dilerseniz ve “işin vasfı ve şahsın mevkii doğrudan bunu gerektirmediği hâlde” diyelim. Öyle ya, bir “asker”in harb meydanında “çıtkırıldım” edâsı ne kadar menfi ise, masa başındaki bir “diplomat”ın her cümlesinin başına galiz bir sövgü iliştirmesi de o kadar menfi bir mahiyet arzeder. Ancak yeri gelir, askerin de, evinde, dost muhitinde yahut içtimaî hayatında nezaketle davranmaktan mes’ul olduğu ânlar vardır ve bellidir. Aynı şekilde bir diplomatın da hak edene lâyık olduğu cevabı münasib bir şiddette verme hakkı saklıdır. Problemin kaynağı burada değil, “yersiz” ve “gereksiz” şiddette yahut nezakettedir o hâlde! Kısaca, “gerekeni gerektiği yerde yapmak”tan, sadece “tek” bir hitab tarzını “değişmez bir şablon” imişçesine kullanmayı anlamaktır çıkmazın ve yobazlığın kaynağı! Evinde, dost muhitinde, düğünde, cenazede, iş görüşmesinde, okulunda veya diğer her vesilede, meselâ “daima” bağıran yahut “daima” pasif kalan kişilik yapısıdır problem doğuran!..

İBDA Mimarı’nın mütemadiyen altını çizdiği düsturu hatırlamanın ve hatırlatmanın yeri: “Kaba tebliğ değil, ince telkin!”... Kim kendini “kaba” sınıfa sokar, elbette hiçkimse! Bize düşen, “tam” olmasa da, bu kabalıktan “pay” alır fiillerimizin olup olmadığını vicdanımıza sormak ve hâl çaresine bakmak değil midir öyleyse?

Elbette, sadece “dâvâ” çerçevesinde değildir bu “kaba” tavır; her sahada benzer yaklaşım tarzı, benzer sevimsizlik, benzer iticilik müşahede edilebilir: Evde eş ve çocuğunuza, okulda talebeye, işte çalışanlarınıza, ticarette müşterinize, muhitinizde dostunuza, devlette halkınıza veya liderseniz bağlılarınıza söz geçiremezsiniz, kendinizi sevdiremezsiniz, fikirlerinizi kabul ettiremezsiniz. Daha kötüsü, bu gidişle “dayatma” ve “diktatörlük”ten meded ummaya başlayabilirsiniz ki, işte o ân “iflas bayrağı”nı çekmiş olursunuz oysa. Yani sevimsizliğinizi tescil ve mağlubiyetinizi ilân demektir “cebrî” yollarla muhabbet, itaat ve sadakat talebi!..

Savaş, “neşter” kullanmak gibidir ki, daima neşter sallayarak ancak hastayı öldürürsünüz; diplomasi veya nezaket “kalbleri kazanmak” ve “yaraları sarıp kapatmak” gibidir ki, daimi nezaket ameliyattan ve kalıcı şifadan vazgeçmek ve yine hastayı ölüme mahkûm etmek demektir. Öyleyse işin gereği “kıvam”dır, “muvazene”dir, uzatmaya ne gerek, “gerekeni gerektiği yerde yapmak”tır!.. Ne zaman ki doktor, hastasını imha hedefi görürcesine daimi bir hınçla neştere davranır; yahut diplomat, mikrobu inkâra yeltenici “kör” bir iyimserliğe saplanır, orada yanlış giden bir şeylerin bulunduğu izahtan varestedir. Aslolan, doktorun yahut diplomatın nefslerini veya şahsî hınçlarını tatminleri değil, yaptıkları her işte umumun “şifâ”sını ama en başta Allah’ın rızasını gözetmeleridir. Mikrop asla sevilmeyecektir ama hasta hemen daima sevilecektir ezcümle. “Hasta” bazen şahıs, toplum veya insanlık olur, “mikrop”sa bazen kimi insan faaliyetleri bazen de “hayvandan aşağı” kimi müşahhas yaratıklar; bunun da her durumda geçerli “şablon”u yok ki, bir yer gelir saldırgana hak ettiği dilden mukabele edersiniz, bir başka yer gelir onun “gizli iman”ını selâmlarsınız!.. “Günahkâra değil, günaha düşman olmak!” mealinde arzedilen hikmet…

Bu bahiste ilim ve irfan ehli cildler dolusu yazmış ve konuşmuştur, bundan sonra da konuşacaktır, biz burada sadece belli bir “bakış açısı” temin etmeye yetecek birkaç temel çizgiyle yetinmek ve hepimizin istifâdesine dönük “tatbikî” bir bahsin iyice netleşmesine yardımcı olmak istiyoruz. Böyle bir girişten sonra; ister doktor, isterse diplomat vasfı dairesinde davranılsın, artık şu sözlerle neyi ifade etmeye çalıştığımız sanırız derinden farkedilecektir:

Muhatabınız bir “insan”sa, onun “hür” seçim istidadı ve iktidarı sayesinde “insan” olduğu açık değil midir? Her ne yaparsanız yapın, her ne söylerseniz söyleyin, hatta her kim söylerse söylesin, “ruh-süje” bunu, önce “kendi” süzgecinden geçirecek, “kendi” kalbi, zihni ve fiiliyle “kabul” veya “redd” edecektir. İnanmaya mevzu meseleler çerçevesinde “Dinde zorlama yoktur!” azîm ölçüsünden bir hisse kapmanın yeri...

Ve bir “insan”ın en çok hazzetmediği nesne nedir diye sorulsa, belki ilk sırada, onun “hür seçim” hak ve iktidarının “tanınmadığı”, kendi başına “seçim yapabilici” ve kendi başına “değerli” şahsiyetine hak ettiği “değer”in verilmediği, içindeki o en değerli “insanlık haysiyeti”nin paspas edilmek istendiği, kendi seçim ve kanaati umursanmaksızın kendisine “zorla” bir hüküm dayatıldığı, kısaca “insan” olarak sevilmediği, hürmet görmediği ve insanlığına değer verilmediği “fikrî yahut fiilî saldırılar” akla gelecektir. İnsan münasebetlerindeki “mütekabiliyet” prensibi belki en çok burada işleyecek ve hemen her adımda şu nokta müşahede edilecektir:

KARŞINIZDAKİ “İNSAN”I SEVMİYORSANIZ SEVİLMEYECEKSİNİZ, DEĞER VERMİYORSANIZ DEĞER VERİLMEYECEKSİNİZ, HÜRMET DUYMUYORSANIZ HÜRMET GÖRMEYECEKSİNİZ, DİNLEMİYORSANIZ DİNLENMEYECEKSİNİZ!..

Yobazca davranan bir kişinin, görüşü ne olursa olsun, sevilmemesinin ve savunduklarından da tiksindirtmesinin sebebi, belki en başta bundan dolayıdır. O, muhatabını “hür” seçim ve takdir hakkına mâlik görmeyen, görse de ona bu hakkı bağışlamayan, “insan haysiyeti”ne hürmet duymayan, “insan şahsiyeti”ni tanımayan, tam tersine ezmeye, boğmaya ve rencide etmeye yeltenen bir “nefs heykeli”dir! Tavrı “nefsanî”dir, çünkü “kendi” için değerli ve vazgeçilmez gördüğüne muhatabında kıymet vermez, Allah’ın istisnâsız her insanın kalbine nakşettiği o “İlâhî öz”ü tanımaz. Yobaz için, muhatabı bir “insan-süje” değil, bir “şey-obje”dir tek kelimeyle; sevilmemeli ama güdülmelidir, takdir edilmemeli ama istismar edilmelidir! Yobaz işte bundan dolayı kaybeder, yobazlık işte bundan dolayı kaybettirir! Sanki o, sevmeye ve sevdirmeye değil de, nefrete ve tiksindirtmeye memurmuşçasına davranır!..

Söylediklerimizi dilerseniz şu şekilde bir “test” edin ve hatta en yakınınızdakilere şöyle deyiverin: “Senden şunu yapmanı, böyle inanmanı ve düşünmeni istiyorum, çünkü bu senin için zorunludur, başka türlü yapamazsın ve yapmayacaksın da!” Üstelik bu dedikleriniz, hakikaten sizce de o değer ve nitelikte olsunlar. Evet, bakın bakalım muhatablarınız sizi ne derece “kalbden” benimseyecek ve istediklerinizi ne kadar “şevkle” yapacaktır! Bize kalırsa, bu imtihana gerek bile görmeyeceksiniz, bugüne kadar hepimiz kendi tecrübelerimizde bunu hem “söyleyen” hem “muhatab” olarak sayısız defalar yaşadık ve çıkan “menfi” neticeyi olanca memnuniyetsizliğimizle sürekli müşahede ettik.

Yalnızca dâvâ sözkonusu olduğunda değil ama aynı zamanda evde, işte, okulda, muhitimizde ve her zeminde de bu “menfiliği aşmak” istiyorsak, yapacağımız iş bellidir: “Arıza”yı tesbitle yetinmeksizin hemen “tamir” etmeye; sağlıklı olduğu kadar hem kendimize hem muhatablarımıza zevk ve şevk verici olan yepyeni bir “yaklaşım”ı, bugüne kadarkinden tamamen farklı bir duygu, düşünce ve davranış alışkanlığını temin etmeye bakmak ve buna hemen şimdi başlamak! Nasıl mı? Aslına bakarsanız o kadar basit bir cevabı var ki, şimdiye dek nasıl farkedemediğimize şaşacaksınız:

KARŞINIZDAKİ “İNSAN”I SEVİN Kİ SEVİLESİNİZ, DEĞER VERİN Kİ DEĞER VERİLESİNİZ, HÜRMET DUYUN Kİ HÜRMET GÖRESİNİZ, DİNLEYİN Kİ DİNLENESİNİZ!..

Bu sözlerimize hâlâ bir itirazı olan varsa, vicdanına dönüp sadece şunu cevablasın, kâfî: Siz hiç sizi sevmeyeni sever misiniz? Size değer vermeyene değer verir misiniz? Size hürmet duymayana hürmet gösterir misiniz? Sizi dinlemeyeni dinler misiniz? İşte “başka” insanlar da “aynen” sizin gibi; ne eksik ne fazla! O hâlde?..

Kendimizi yahut fikrimizi sevimli veya sevimsiz kılmanın en “garantili” iki yoludur bu, artık “seçim”imiz, bizim mes’uliyet ve vebâlimiz dairesinde. Göreceğiz ki “kabahat”, “başka”larında değil, belki daha çok bizde!..

“Ne yapmalı?” sorusuna cevab, bu gözle baktığımızda cildler dolusu verilmiştir, fakat galiba birçoğumuz için belki bunların çok büyük bir kısmı, maalesef ruhsuz “klişeler” hâlindeki emir, nasihat ve temenniler seviyesini pek geçememiştir. “Tebessüm”; niçin?.. “Selâm”; niçin?.. “Musafaha”; niçin?.. “Hakta yersiz inat, büyük günahlardandır!”; niçin?.. Ve sayılamayacak kadar çok “niçin”?.. Ölçülerin ruhuna dair belli kifâyette bir hissemiz bulunmayınca, açıkçası söz ve fiil “kalbden gelmeyince”, muhatab kalbe tesir etmemesine de şaşmamak gerek!..

“Ne yapmalı?” sorusuna ilk cevablardan birinin şu olduğu da açıktır: Her tür insan münasebetinde ilgi, sevgi ve işbirliğini “muhatab”a yönlendirmek! “Ben” demenin “Dur!”, “Sen” demenin “Geç!” ışığını yakmak olduğunu derinden anlamak ve münasebetlerimize bu bakış açısıyla bambaşka bir samimiyet ve düzen kazandırmak!..

Kıssayı bilirsiniz; hatırımızda kaldığınca:

Bir kula cennet ve cehennemi gezdiriyorlar. İlk götürüldüğü yer cehennemdir fakat akıl almaz bir manzarayla karşılaşıyor: Ortada mükellef bir sofra ve her iki yanında açlıktan bir deri bir kemik kalmış, acıyla bağrışan sıra sıra insan. Ve hemen buna neyin yol açtığını farkediyor. Cehennemlik her kişinin eline upuzun kaşıklar bağlanmıştır ve herkes bu kaşıkla önündeki tabaktaki yemeğe uzanmasına rağmen, aldığı yiyeceği ağzına sokmayı başaramamakta, üstüne başına dökmekte ve bir deyişle yemek önünde acından ölmektedir... Bu sefer kulu cennete götürüyorlar. O da nesi? Yine aynı sofra ve aynı uzun kaşıklar. Ama cennetlikleri cehennemliklerden ayırdeden hususiyet çarpıcıdır: Cennetlikler yemeği ellerine bağlı bu uzun kaşıklarla kendi başlarına yiyemeyeceklerini hemen farketmişlerdir ve “bencil” cehennemliklerin tersine, hemen karşılarında duran arkadaşlarını besleyip doyurmakta, tümünün yüzünde müthiş güzellikte bir neşe ve sıhhat olduğu hâlde, şen sohbetler yapmaktadırlar...

Hani hep denir ya, “kıssadan hisse”!.. Bir değil, bin hisse!..


Herkes ve Herşey “Kendini” Korur!

"Hayat" dediğimiz, dikkat ederseniz hep birilerinin veya birşeylerin “var olma” ve “var kalma” mücadelesinin, S. Ahmed Arvasî’nin çok güzel tesbit ettiği üzere, kendi “tipik” yapısını “dışarı”ya karşı korumasının, yokluğa karşı “direniş”inin, zamanın öğütücülüğünün üstüne çıkıp kendi “bütünlüğünü” istikbâle taşımasının, işte bu “çaba” ve “başarı”nın adı mesabesinde değil midir bir bakıma? “Ölü” bir organizma, artık kendi hususiyet ve bütünlüğünü dışındakilere karşı koruyamamış ve yine kendisini oluşturan unsurların artık başka organizmaların, başka bütünlüklerin parçası olduğu bir “mazi”ye işaret değil midir? “Varoluş” hamle ve iradesini artık sürdüremeyene “ölü” demez miyiz aynı şekilde? Öyleyse, yaşamak, “orijinal” bünyesini kendisini yutmak isteyen “başkaları”na karşı daima savunmak değil midir? Bilenler, size çok daha doğrusunu ve fazlasını da söyleyeceklerdir ki, bizim bu noktaya dikkat çekmemizin sebebi şudur:

Eğer “insan”dan bahsediyorsak, onu anlamaya sağlıklı bir kapı açmayı diliyorsak, elbette yanlış hesab yapmak istemiyorsak, başın başında her “organizma” gibi, onun da maddesi ve mânâsıyla, teni ve ruhuyla bir “bütün” olan varlığını koruyacağını, bu varoluş iradesini tüm tehdidlere karşı savunacağını ve müstakil bir “süje” olarak asla “obje-şey” derekesine düşürülmesine rıza göstermeyeceğini; yani “biricik” varlığının şahsiyet ve haysiyetiyle içiçe olan “hayat hakkı”nın “tanınmaması”nı kabullenmeyeceğini, kendisine ister maddî isterse manevî “ölüm”ün dayatılmasına katlanamayacağını derinden farketmek durumundayız!..

Bu husus anlaşıldığında, adına ister “nefs”, ister “ruh”, ister “can”, isterse “ego” deyin, BU “ÖZ”ÜN “DIŞ”A KARŞI KENDİSİNİ DAİMA SAVUNACAĞI da anlaşılmış demektir. İnsanoğlu, maddî-manevî “hasmâne” hemen her tür saldırı karşısında, fizyolojik yapısı kadar benliğindeki duygu ve düşünce yapısını da “şuurlu-şuursuz” korur, savunur ve kendisi de karşı saldırıya geçer.

İlk ders: İnanç ve düşüncelerinizi kendisine “telkin” etmek ve “benimsetmek” istediğiniz bir insanın nefsine, haysiyetine, egosuna, şahsiyetine, artık nasıl isimlendiriyorsanız işte ona, asla yersiz ve gereksiz bir şiddetle saldırmayın! Saldırıya uğrayan bir kirpi nasıl dış dünyaya karşı organizmasını sımsıkı kapatıp sadece dikenlerini kabartırsa, çoğu insanın yapacağı da bundan başka bir şey olmayacaktır!..

İnsan münasebetlerindeki “anlaşmazlık”lara bakınca, çoğu tam da bunu görürüz. Birileri kendisine tanıdığı hayat hakkı ve varoluş iradesini, alenen veya örtülü biçimde muhatabına tanımamaktadır. Yahut, birinin kendi “öz”ünden saydığı prensib ve yaklaşım tarzları, muhatabınınkilerle çatışmaktadır. Veya, birinin kendi insanî varlığının idâmesi sürecinde elzem yahut makbul gördüğü fayda ve çıkar hedefleri, diğerlerininkilerle toslaşmaktadır!..

İnsanlar arası “anlaşma”lar da yine bu doğrultuda değil midir? Birbirinin hayat hakkı ve varoluş iradesini tanıyanlar ve “öz” yahut “öz”ün faydasına olan mesele ve durumlarda “ortak” bir noktada buluşanlar, bu “süre” boyunca anlaşırlar diyebiliriz.

"Sevmek", "sevilmek", "sevimli olmak", "kendini sevdirmek" demekteki muradımız sanırız açık oldu: Birbirinin “orijinal-bünye olarak tek ve benzersiz” varlığını KARŞILIKLI olarak tanıyanlar, birbirinin varoluş iradesine KARŞILIKLI olarak hürmet edenler, birbirinin iradî seçimlerini KARŞILIKLI olarak takdir edenler veya birbirinin maddî-manevî “fayda”sına olan hususlarda KARŞILIKLI ALIŞVERİŞ yapan insanlar, “anlaşırlar”.

"ALIŞVERİŞ”, bilhassa “fayda ve çıkar” nevînden olanlar gibi belki daha maddî, geçici ve dar bir “anlaşma”nın adı da olabilirken; “SEVMEK”, alışverişi de kapsayan daha geniş ve “ahlâkî” mânâda daha tam bir “anlaşma”ya delâlet edebilmektedir. “Sevmek”, başkalarını sadece bir fayda ve çıkar “obje”si olarak istismar etmek değil, onların “insanlık” haysiyet ve hürriyetini tanıyıcı bir “bağ kurma” işidir. Muhatabınız “insan”sa ve gayeniz onu en derin noktasında tanıyıp, onunla en derin mikyasta anlaşmaksa, bir süreliğine dahi olsa onu takdir etmekten, bu anlamda sevmekten başka bir çıkar yolunuz bulunmadığını görürsünüz. Hattâ, derinden tanımak ve anlamak istediğiniz “düşmanınız” olsa dahi! O da bir “insan” olduğuna göre, “geçici bir süre de olsa” onun hürriyetiyle bağ kurmaksızın, onu tüm varlığıyla başka nasıl tanıyabilirsiniz? “Başkası”nın ne hissedip düşündüğünü veya niçin böyle davrandığını anlamanın yegâne yolu, “kendini bir ân onun yerine koymak”tır ya!..

Her insanın nasibince “hissedâr” olduğu ve onu diğerlerinden ayırıp “tek” kılan “öz”e DEHA dersek, muhatabı anlamanın işte bu “deha”yı TAKDİR’den geçtiği âşikar olur. Öyle ya, fikir, sanat, aksiyon, tüm bu insan faaliyetlerini anlamanın yolu da o “eser”in “müessir”ini takdirden; bir deyişle, onun hissettiklerini, fikrettiklerini ve yaptıklarını sanki bir ân “kendimiz yapmışçasına” tahayyül etmekten; aynı çizgide, onun bu faaliyetlerinde mündemiç istek, prensip ve malzemeyi “kendimiz de istiyor, inanıyor ve kendi gözümüzle görüyormuşçasına” tanımaktan, onun geçtiği yollardan geçerek yeniden tertiblemekten ve değerlendirmekten geçmez mi? Yazılı, sesli, görüntülü veya görünür her “eser”i anlamak için de bu böyle değil mi?.. Şübhesiz, biz yine biz kalırız ama, o ân için kendimizi muhatabımızın yerine koyar, onun “bakış açısı” ve “hissiyat”ına bürünürüz. Bu “anladığımız”ı hemen bir adım sonrasında “kendi” tenkid süzgecimizden geçirir ve ya benimser ya reddederiz. Benedetto Croce’un “Estetik”i, ilgilisine mevzuyla ilgili bizce en sistematik bilgiyi verecektir.

Kanlı canlı insan münasebetlerindeyse, bu “manevî alışveriş”, bu karşılıklı gidip gelen “deha-takdir” ritmi, anlaşmanın sürekliliği yanında niteliğini de “ânı ânına” derinleştirip zenginleştireceğinden ve adı üstünde “diyalog” iki tarafın “faal” iştirakini gerektirdiğinden, çok daha belirleyici ve önemli bir mahiyet arzeder. İşte bu karşılıklı “deha-takdir” ritminin sürekliliği ve sağlıklı işleyişiyledir ki, insan insana, kalb kalbe, zihin zihne “açık” olacaktır da ondan!.. Şayet birbirini birbirine gösteren “takdir aynası” varsa, işte bu sayede, insanı insana “kapatan” ve savunma pozisyonuna geçirip kendi iç bütünlüğünü tüm dış tesirlerden koruyan “benliğe dönük tehdid alarmı” şiddetle çalmayacaktır da ondan!..

Ezcümle, inanç ve düşüncelerinizi benimsetmekse gayeniz, “diplomatik” bir dille söylersek, MUHATABINIZI “TANIYIN”! Birbirini “tanımayan” ferd, devlet ve teşekküller, bilirsiniz ki “gayrimeşru” veya “işgalci” saydıkları bu rakibleriyle gizli-açık “savaşırlar”. Böyle bir “karşılaşma”nın “masumâne” ve “mücerred” hakikat araştırması olduğu iddiasınaysa, aslında kendileri bile inanmazlar!..

O hâlde, bilvesile cevablanması gereken bazı sorular: Muhatabınızı, ki hasmınız da olabilir, sizin inanç ve fikirlerinizi benimsemesini sağlayarak kazanmak mı istiyorsunuz? Tam tersine, arzunuz ona umum önünde unutamayacağı bir ders vermek mi? Yoksa, onu artık zararsız kılmak mı? Veyahut, onu çürüğe çıkarırken seyircileri kazanmak mı? Belki de muhatabın ve tüm seyircilerin yüreğine dehşet salmak mı? Veya, zaten dostsunuz da kanaatlerinizle birbirinizi mi zenginleştiriyor, ferahlatıyor ve teşvik ediyorsunuz? Tam olarak bunlardan biri değil de, geçici olarak birbirinizden istifade etmeyi mi hedefliyorsunuz?.. Vesaire...

Soruların ne olduğu şu bakımdan mühim ki, eğer –meselâ!- muhatabınızın haysiyetini rencide ediyor ve onu umum önünde küçük düşürüyorsanız, lütfen “onu kazanmak istiyorum” demeyin! Sevenleri arasındaki bir insana “şahsiyetine hürmet göstermeden” saldırıyorsanız, “o kişiyi sevenleri veya onunla bir şekilde kalbî irtibatı bulunanları kazanmak istiyorum” da demeyin! Çünkü, tüm yukarıda tasvir etmeye çalıştığımız hususlar muvacehesinde idrak etmiş olmalısınız ki, sevilmediğini hisseden insan şuurlu-şuursuz sizi ve büyük ihtimalle sizin sevdiklerinizi de sevmeyecektir, değer verdiklerinizi de mühimsemeyecektir; aynı şekilde, insan toplulukları, görüşlerine tam olarak katılmasalar dahi, şahsiyetini “tanıdıkları” ve bu anlamda sevdikleri bir “insan”ı hiçleştirmeye dönük bir saldırıyı kendilerine yapılmış sayabilir ve saldırgan taraf olarak hem size hem sevdiklerinize cebhe alabilirler. Hani, bir mahalleliye başka bir mahalleden saldırı vaki olduğunda, onu yakından tanısın tanımasın tüm mahallelinin toplanıp karşı koyması gibi... Bunlar, sayısız ilgili bahis arasında küçücük ama bizce “can alıcı” birkaç örnek yalnızca...

Kendimizin ne olduğuyla beraber, muhatabımız olan insan malzemesinin niteliğini dikkatle tetkik etmek, çevreye hitab ve yaklaşımımız seyrinde “yanlış” âlet ve usûl seçiminden mütevellid uygunsuzlukları eminiz ki asgariye indirecektir. Muhatabımız olan "insan", nefsaniyetten, gururdan, kibirden, zaaftan âzad edilmiş “ideal” yahut bugünün dünyası için çoğu zaman “hayalî” addedilebilecek bir tip değildir; nefsi ve ruhuyla, hatası ve sevabıyla, o “bildik” insandır. İsterseniz daha açık konuşalım; birçoğumuz gibi “nefs-i emmare” sahibi insandır. Ne var ki, her şey öyle “nefsaniyet” yaftası yapıştırılarak geçiştirilebilecek kadar basit değil. Bir kere hiç kimse, “mutlak” kötü veya “mutlak” iyi değil!..

Varoluş misyonuna muvafık olarak “iki yöne açık” istidadla yaratılan “insan tabiatı”na muhatablıkta daima göz önünde tutulması gereken öyle bazı “ahlâkî incelikler” vardır ki, karşımızdakinin her insanda varolan “nefs”ine vurgu yapılarak, “nefsanî-egoist” denilerek küçümsenemez, görmezden gelinemez, “olsa da olur olmasa da!” keyfî tercihine havale edilemez. Tam aksine, “insan haysiyeti” haksız yere rencide edilemeyeceği gibi, “insan şahsiyeti”nin mükteseb hakları da inkâr edilemez, hoyratça paspas edilemez! Kula tanınmamış bu türden bir “rencide” hakkını kendinde görendir ki, nefsaniyetin ibret heykeli değil midir sizce de?..

Dâvâ bahsinde müstakil ve mühim "ilave" bir vurguya daha gerek görüyoruz ki, buraya kadar ifade etmeye çalıştıklarımızla hedeflediğimiz de bundan başkası değildi zaten: Gerekliliğinin altını çizdiğimiz böylesi “müsbet” bir hitab ve yaklaşım tarzı, bir idealistin çevresini ateşleyebilmesinin, birken bin olmasının, kendini ve fikrini sevdirmesinin, faaliyetlerindeki verimliliği artırmasının ve sağlam biçimde teşkilatlanabilmesinin “anahtar”ını da barındırmaktadır bizce. İnşallah; dua ve dileğimiz budur.

Büyük Doğu Ocakları Dergisi, Sayı 1.
Hayrettin Soykan

19 Mart 2011 Cumartesi

28 Şubat, Salih Mirzabeyoğlu, İşkence

YORUMSUZ
27 Ocak 2000 tarihli Star Gazetesi 


1  Jandarma koğuşa dalınca uyandı, alnını ranzaya çarptı
2  Sendeleyerek kalktı, ayağı kayınca, burun üstü düştü
3  Kalkayım dedi, uyku sersemiydi. Dipçiğe gözünü vurdu
4  Kendini topladı, kapıdaki askıyı görmedi, kulağını taktı
5  Jandarma hasretle sıkı sıkı sarılınca boynuna kan oturdu
6  Koğuştan çıkıyordu, kapıyı açık zannetti. Kaşını yardı
7  Sağ gözünü dipçiğe vurmuştu sol gözü de copa değiverdi
8  Diyet yaptığı için az yiyordu…Halsizlikten göz altları morardı
9  ‘Hoş geldin’ dediği jandarmanın eli, elmacık kemiğine çarptı
10 Mahkeme öncesi tıraş oldu jilet keskindi, yüzünü doğradı

Mahkemeye götürülürken...

12 Mart 2011 Cumartesi

Rıhle, 11. sayısı, “İmaj ve Teşebbüh” konusuyla çıktı


Rıhle, 11. sayısında “İmaj ve Teşebbüh” konusuyla çıktı okuyucunun karşısına. Derginin kapak spotu: “Yabancılaşmanın ayartıcı iğvası: İmaj ve Teşebbüh
İçinde bulunduğumuz zaman dilimi, "küreselleşme" vakıasının "evrensel bir kaçınılmazlık" olarak görülmesi ve gösterilmesi dolayısıyla insanlık tarihinin geride bıraktığı zaman dilimlerine benzemiyor. Hayatı batılılar gibi yaşamak bu vakıanın olmazsa olmazlarının başında geliyor.
Küreselleşme vakıasının Müslümanlar üzerinde yaptığı etki, diğerleriyle kıyaslanamayacak sonuçlara yol açmış olması bakımından farklı değerlendirilmek durumunda. Zira Müslümanlar tarih boyunca –kendileri başkalarına benzemekten titizlikle uzak durdukları gibi– başkalarını kendilerine benzemekten sürekli olarak sakındırmışlardır. Bunu bir "izzet" meselesi olarak gören İslam ümmeti, ahir zamanda dehşet verici bir dönüşüm sürecine maruz kaldı. Hakkın ve hakikatin şahitleri olan Müslümanlar bu süreçte kılık kıyafetlerinden şehirlerine, din ve dünya algılarına kadar her alanda "öteki"ne daha çok benzediğini ispatlamanın yarışı içinde adeta. Modern şehirler, modern insanlar, modern kurumlar, ilişkiler, iletişim tarzları…
Bütün bunlar bizi, bir zamanlar kılık-kıyafette benzeşmeye bile tahammül edemeyen İslam ümmetini gayrimüslimlerin izzetini ikrar ederken kendi zilletinin altına gönüllü olarak imza atar duruma getirdi, farkında değiliz. Zira kendisini başkasına benzetme tavrında, benzetenin benzetilene öykünmesi ve ta'zimi bahis konusudur. 
Bu ülkede kılık-kıyafet devrimi gibi bir olaya muhatap olmuş milletimiz, yeni yetişen nesillerine, başındaki sarığı çıkarmaktansa ölümü tercih eden insanın tavrını nasıl anlatır? Divan edebiyatındaki "şarap" mazmunundan, "kafa çekme"den başka bir şey anlamayan, koca bir tarihi ve medeniyeti miyop gözlerinin algıladığından ibaret zanneden zavallı nesiller çoktan "görüntüsünü çoğalttıkları kavimden" olmuşlardır…
Ötekine benzeme illeti, sadece hayatın görünen alanlarında değil, görünmeyen alanlarda da icra-yı faaliyet etmektedir. İbadette müslüman, ekonomide kapitalist, siyasette liberal, uluslar arası ilişkilerde küreselleşme yanlısı, Avrupa Birliği hedefinde tutucu… insan tipi, o mahut "benzeme" illeti olmadan nasıl mümkün olabilirdi?!
Rıhle 11. sayısında, benliğimizi sarmış bulunan "ötekine benzeme" histerisini mercek altına alıyor. Önceki kuşaklar "benzeme-teşebbüh" denildiğinde sadece kılık-kıyafette benzemeyi anlar ve o noktada yoğunlaşırdı. Buna şaşırmamak gerekir. Zira fıtrî zamanlarda "benzeme" illetinin kılık-kıyafetten başka bir alana sirayet etme şansı yoktu.
Şimdi ise "küreselleşmiş" dünyada "açık toplum" türküleri söylüyoruz. "Ötekine benzeme" vakıası bireysel ve toplumsal hayatımızı neredeyse tamamen kuşatmış bulunuyor. Rıhle de bu sayıda bu problemin mahiyet ve boyutlarını mercek altına alıyor.
Bu sayının ilk yazısı, derginin genel yayın yönetmeni Ebubekir Sifil hocanın “Ötekine Bezeyerek Ötekileşme” başlıklı makalesi. Sifil hoca bu makalede, günümüz dünyasında Müslümanların gayr-i Müslimlerle ilişkilerini ve hâkim paradigmanın rengiyle boyanmaya başlamış olan değerlerimizi masaya yatırarak önemli tesbitlerde bulunuyor. Dâru’l-Hikme hocalarından Talha Hakan Alp hoca, “Kafirlere Teşebbühün Fıkhî Boyutu” başlıklı makalesinde kafirlere benzeme sorununu bir fakih perspektifiyle ele alıyor ve konuyu dünüyle bugünüyle değerlendiriyor. “İmaj, Yabancılaşma Krizi ve Teşebbüh Hadisi” başlıklı makalesinde Serdar Demirel hoca teşebbüh hadisine farklı bir perspektiften bakıyor. “Ȃhir Zamanda Tesettürü Konuşmak veya Bediüzzaman’ın Tesettür Risalesi Üzerine Birkaç Mülȃhaza” başlıklı makalesinde Burak Ertürk, Üstad Said Nursî’nin tesettür yaklaşımından hareketle modern zamanların Müslümanlarının tesettür telakkisini mercek altına alıyor. “İmaj ya da Küresel Benzeşim İçerisinde Müslüman Birey” başlıklı makalesinde Mehmet Özay hoca imaj konusunu sosyolojik kavramsallaştırmalar bağlamında ele alıyor ve imajın Müslümanlara taalluk eden boyutunu sorguluyor. “Bir İletişim Felsefesine Doğru: Laik İkonoloji ve Yeni-Paganizmin Hem Vasatı, Hem de Vasıtası Olarak Medya” başlıklı makalesinde Yusuf Kaplan hoca, kapsamlı bir iletişim felsefesi geliştirme çalışması yaparken okuyucuya ufuk açıcı bir perspektif sunuyor. Zahit Yıldız Gayri Müslimlere Benzeme Konusundaki Hadisler Ve Sübut Durumları” başlıklı yazısında mevzuya dair rivayetleri sübut ve sıhhat açısından ele alıyor.
İzmir’den Hüseyin Avnî hocanın yanı sıra bu sayının “Soruşturma” bölümüne Suudlu araştırmacı Halid b. Abdullah el-Müzeyyinî hoca katkıda bulundular.
Bu sayının “Mülâkât” bölümünde Mısır Dâru’l-İftâ müdürü Amr el-Verdânî hoca ile yapılan, İslamî ilimler tasavvur ve usulüne dair mühim mütalaaları hâvî ilmî bir sohbet; “İntikad” bölümünde Ahmed Tahir Dayhan hocanın “Ebû Hureyre’yi Anlamak” başlıklı serî tenkit yazısının üçüncü bölümü var.
Bu sayının serbest makalelerine ise Kadir Mısıroğlu “Batılılaşma mâcerâmız ve İflâsın eşiğindeki batı” başlıklı makalesiyle, Erdal Kurgan, “Yapısal Dönüşüm: Kamusalın Örtülenmesi Ya da Mahremiyetin Kamusallaşması” başlıklı yazısıyla, Fatih Güldal “İlk Mektep Çocuklarının Bayram Günü: Amin Alayı” başlıklı yazısıyla, Yusuf Hanif, Juan R. I. Cole’ün “Efgânî’nin Mısır Hayatına Dair Bazı Yeni Tesbitler” başlıklı makalesinin tercümesiyle katkıda bulunmuşlar.
Rıhle 11 Muhtevası:
Ötekine Bezeyerek Ötekileşme/Ebubekir Sifil
Kafirlere Teşebbühün Fıkhî Boyutu/Talha Hakan Alp
İmaj, Yabancılaşma Krizi ve Teşebbüh Hadisi/Serdar Demirel
Âhir Zamanda Tesettürü Konuşmak veya Bediüzzaman’ın Tesettür Risalesi Üzerine Birkaç Mülâhaza/Burak Ertürk
İmaj ya da Küresel Benzeşim İçerisinde Müslüman Birey/Mehmet Özay
Bir İletişim Felsefesine Doğru: Laik İkonoloji ve Yeni-Paganizmin Hem Vasatı, Hem de Vasıtası Olarak Medya/Yusuf Kaplan
Gayri Müslimlere Benzeme Konusundaki Hadisler Ve Sübut Durumları/Zahit Yıldız

Soruşturma: Hüseyin Avnî, Halid b. Abdullah el-MüzeyyinîMülâkât: Amr el-Verdânî
İntikad: Ebû Hureyre’yi Anlamak/Ahmed Tahir Dayhan
Batılılaşma mâcerâmız ve İflâsın eşiğindeki batı/Kadir Mısıroğlu
Yapısal Dönüşüm: Kamusalın Örtülenmesi Ya da Mahremiyetin Kamusallaşması/Erdal Kurgan
İlk Mektep Çocuklarının Bayram Günü: Âmin Alayı/Fatih Güldal
Efgânî’nin Mısır Hayatına Dair Bazı Yeni Tesbitler/Juan R. I. Cole
KitâbiyâtTeşebbüh gibi mühim bir meseleyi masaya yatıran ve istikrarlı adımlarla yürüyüşünü sürdüren Rıhle’ye bu seyahatinde başarılar diliyoruz.
İrtibat: 0212 631 24 43
www.rihledergisi.com.tr

www.darulhikme.org.tr

7 Mart 2011 Pazartesi

Halkın “Kahraman” veya “Rol Modeli” İhtiyacı Üzerine




Her insanın her vesileyle kendisine ve çevresine sorduğu soru şu olsa gerektir: Ne yapmalı? Bu aynı zamanda şu anlama da gelir: Neyi yapmamalı? Böylesi çift veçheli, ancak muradı belli ki tek bir soruya cevab, elbette “alternatifler” arasından bir “seçim” yapmak demek olacaktır.

“Alternatifler” dediğimizse, bizde şu veya bu yolla yer eden bir “bilgi muhtevası”na başvurma anlamına gelecekken; “seçim” dediğimiz de, o muhteva içinden “belli” birini isteyiş tarzında “iradî bir fiil”e işaret demek olacaktır.

O hâlde son bir soru: Neyi yapıp neyi yapmamamız gerektiğine dair “davranış alternatifleri”ni bize veren bilgi muhtevasına, aynı şekilde neyi yapıp yapmayacağımızı seçeceğimize dair “davranış isteği”ne nasıl ulaşırız?

Sayısız bakışa mevzu böyle bir soruya bizim arayacağımız cevabın “buradaki” çerçevesiyse, psikolojide “rol modeli” kavramıyla da ifade edilen “örnek alınan insan”la (ki, "örnek alınmayan insan" da ayrıca bir "örnek"tir) sınırlı olacak. Diğer bir deyişle, özellikle ve öncelikle "müsbet çerçeve" dahilinde, halkın “örnek alınan insan”, yani “kahraman” ihtiyacına, bu şahsiyetlerin öğretmekle kalmayıp, aynı zamanda istetici “rol modeli” fonksiyonuna, bilinmesi ve yapılması gerekeni şahsında örnekleştiren “sembol şahıs - remz şahsiyet” misyonuna kapasitemizin elverdiği ölçüde kısaca ve kabaca temas ederek, baştaki soruya cevabımızı aydınlatmaya çalışacağız.

İlk elde tesbiti gereken husus bizce şudur: Neyi yapıp neyi yapmamamız gerektiğine dair “alternatifler”i bize veren bilgi muhtevası, -elbette “ruhun pasif bir ayna olmayışı” gerçeğini asla hatırdan uzak tutmayarak!- ilk doğduğumuz günden başlayan “içtimaî” bir öğrenme sürecinin neticesi yahud verimidir de diyebiliriz. Önce anne babamızdan, sonrasında yakın veya uzak aile-akraba çevremizden, yine semtimizdeki arkadaş yahud komşularımızdan, aynı şekilde okuldaki öğretmenlerimiz ve arkadaşlarımızdan, derken daha geniş çerçevede toplumda bizzat münasebet kurduğumuz yahud müşahede ettiğimiz ferdlerden, giderek okuyup işittiklerimiz ve gördüklerimizden direkt veya dolaylı yoldan aldığımız tesirler, yani “sosyal öğrenme” yoluyla tüm bu insanlardan öğrendiklerimiz, önümüze çok çeşitli “davranış alternatifleri”ni serecektir.

Bu “temel” üzerinde hemen cevabının araştırılması gerektiğine inandığımız soruysa şu şekildedir: Davranış alternatiflerini bilmek onları “yapmak” demek olmadığına göre, peki “davranış isteği”miz nasıl doğar?

Cevabın bizcesini hiç bekletmeksizin takdim etmek gerekirse, “iyi-doğru-güzel”i, toplumun en derin hürmet ve en coşkun hayranlıkla temâşâ ettiği bir yükseklik ve olgunlukta “şahsen” temsil eden “kahraman”ların telkini, tesiri ve rehberliğiyle doğar!

Böyle bir tesir, “dünyanın çevresi şu kadar kilometredir” nevînden -gönlümüze hitab etmeyen- kuru bir bilginin edinilişi veya getirilişi gibi olmayacak, göğün dipsizliğinde ışıldayan “yıldızlar”ın güzellik ve yüceliğini temâşâdan doğan bir zevki, böyle bir zevkten doğan coşkun hamle isteğini ve o şahsiyetlerde en gözalıcı aksini bulan sonsuzluğa kavuşma arzusunu, kısaca “onlar gibi olma” aşk ve ihtirasını getirici olacaktır çoğu.

Kuşkusuz, belki bu nevî "coşkun" bir telkin ve tesir gücü belirtmeyen, ancak yine de yaptığı işin “ehil” yahud “meşhur” örneği olmuş, gerektirdiği “hüner” bakımından daha “alt seviyede” rol modelleri, öğretmenler veya dar bir iş sahası dahilindeki "sembol şahıslar" da mevcud olabilir. Üstelik bunlar da aynı biçimde "esaslı" ve “gerekli”dir: Ailede konuşmayı, oturup kalkmayı öğrenen ve benliğini kazanan çocuk için anababa ve kardeşler; yine diyelim ki bir inşaat işindekine benzer hiyerarşi gereğince, çırak için kalfa, kalfa için usta, usta için mühendis, mühendis için mimar, meselâ böyledir. Hatta, rol modelleri zımnında, beğenilmeyen işlerin “menfî örnekleri” de bulunabilir. Olunmaması veya yapılmaması gerekenler bakımından, hem ferdin hem de bir topluluk veya toplumun böylesi “örnekler”den ders alması da bir başka “ihtiyaç” nevîdir yine.

Ne var ki, daha ziyade basit işlerin ve gündelik fiillerin “failleri” olan “küçük” veya “vasat” örnekler değildir asıl muhtaç olunan. Aksine, bir toplumu bir arada tutan, o toplumun ferdlerini “ortak” bir duygu ve düşünce, “ortak” bir ideal ve aksiyon merkezinde halkalayıp “yaşar” kılan, o toplumun bugünüyle beraber belki daha çok istikbâldeki ihtişâmının teminatı olan “pusula” kıymetinde “yıldızlar” da vardır. İşte bu şekilde, bir “kutub yıldızı”nın etrafında kademe kademe halkalanarak “ideal” göğünün haritasını çizen “yıldızlar”a, bir toplumda kalb ve beyin fonksiyonu görüp diğer organları da kendisine bağlayan “üstün şahsiyetler”edir halkın asıl ihtiyacı. İsterse onları “örnek” kılıcı aksiyon ve eserleri zâhiren dünyaya mıhlı olsun, hiç fark etmez; o iş ve eserlerde bağlısı ve mümessili oldukları kalb ve zihnin en ulvî, en hakiki ve en muhteşem tezahürü pırıldayan seçkin “organlar”dır onlar. Bu yüzdendir ki, başlarını göğe çevirenler için, "dereceler" hâlinde yine “kalb ve beyin” kıymeti taşırlar.

“Yıldızlar Kuşağı”?.. “Halkın ihtiyacı olan Ümmet modeli”?.. Ve tüm zanlarımızdan münezzeh hüviyetleriyle, bahsin derûnunda ve nâkıs anlayışımızın erişemeyeceği yükseklikte taht kuran “Sahabîlerin Rolü ve Mânâsı”?..

“Sosyal Öğrenme”

Bu noktaya kadar, alelâdesi ve seçkiniyle, ancak “özetle” temas edebildiğimiz “rol modeli” bahsini, dilerseniz bir de “psikoloji” literatüründen takib edelim. Bu sayede, “yetiştiricileri yetiştirme”nin niçin öncelikli olduğuna dair, en kaba ve sınırlı bir çerçevedeki çizgileriyle de olsa, bir fikir edinelim. Şöyle denmekte:
«İnsanlar başkalarının davranışlarını gözleyerek ve taklid ederek öğrenirler.

DENEY: İki çocuk grubundan birine saldırganlık ihtivâ eden film seyrettiriliyor. Diğer grub çocuğa ise saldırganlık ihtivâ etmeyen film seyrettiriliyor. Daha sonra bu iki çocuk grubu birlikte faaliyetlerinde ve oyun oynarken müşahede edildiğinde, saldırganlık ihtivâ eden filmi seyreden çocukların daha saldırgan davranışta bulunduğu gözleniyor.
Sosyal öğrenmede temel faktör, ferdlerin başkalarını gözleyerek öğrenmesidir. Gözlenen davranışın sonunda modelin almış olduğu mükâfat veya ceza, gözleyenin o davranışı taklid edip etmeme kararını etkiler.

Sosyal Öğrenme Teorisinin Temel Kavramları

1. Dolaylı Pekiştirici: Gözlenen davranışın sonuçları, gözleyeni bilgilendirmekle kalmaz, onun davranışı yapma güdüsünü arttırır. Fakat gözlenen davranışın sonucu, gözleyen için anlamlı ve değerli olmalıdır. Ayrıca gözleyenin davranışı yapabileceğine de inanması gerekir. Çünkü değerlerinin başarısı veya başarısızlığı, gözleyenin kendi kapasitesini gözden geçirmesine yardımcı olacaktır. Modelin yapmış olduğu davranışlarda mükâfatlandırılması, gözleyenin o davranışı taklid etmesini güçlendirecektir.
2. Dolaylı Ceza: Modelin yapmış olduğu davranış sonunda almış olduğu cezanın gözlenmesi, gözleyenin o davranışı yapma temâyüllerini azaltır veya ortadan kaldırır.
3. Dolaylı Hissîlik: Korkuların birçoğu doğuştan getirilmez. Çevredeki kişilerin tepkileri gözlenerek öğrenilir. Genellikle başkalarının hayatlarını gözleyerek korku, kaygı gibi duyguları öğreniriz. Bu durum, korkuların giderilmesinde de etkilidir.

Modellerden Öğrenme

Sosyal öğrenme teorisinin en önemli unsuru modeldir. İnsanların bir davranışı öğrenebilmesi için, o davranışın model tarafından nasıl yapıldığını görmeleri gerekmektedir. Model olan kişi gözlenerek neler öğrenilebilir?

1. Şuura müteallik yeni beceri ve davranışlar öğrenilebilir.
2. Öğrenilenleri güçlendirir veya söndürür. Modelin yaptığı davranışların sonuçlarını gözleyerek, neyin yapılıp yapılmayacağını öğrenebiliriz.
3. Model gözlenerek sosyal güç ve motivasyon sağlanabilir.
4. Model gözlenerek çevredeki nesnelerin nasıl kullanılacağını öğrenebiliriz.
5. Model gözlenerek hissî tepkilerin nasıl ortaya konulacağı öğrenilebilir.

İnsanlar her gördüğü davranışı almazlar veya taklid etmezler. Gözleyene davranışların dolaylı etkisi sadece sonuçlardan değil, modelin karakteristik yapısından da kaynaklanır. Modelle gözleyenin karakter benzerlikleri veya özellikleri, davranışın taklid edilmesi nisbetini arttırır. Şu hâlde, modelle gözleyen arasındaki etkileşimde bazı temel özellikler bulunmaktadır.

1. Yaş: İnsanlar yaşlarına yakın model seçerler.
2. Cinsiyet: İnsanlar cinslerinin davranışlarını daha çok model alırlar.
3. Karakter: İnsanlar çoğu zaman toplumda öne çıkmış iyi karakterli ve insan ilişkileri iyi olan kişileri model alırlar.
4. Benzerlik: İnsanlar kendine uygun kişileri daha çok model alırlar. Yani ortak noktalarının olduğu modelleri.
5. Statü: Yüksek statülü modeller, düşük statülü modellerden daha çok etkilidir.

Model Alınan Davranışların Sonuçlarının Öğrenmeye Etkisi

Öğrencilerin yapmış olduğu istenmeyen davranışların öğretmen tarafından kabul görmediğine dair tepki alınmalıdır, aksi takdirde onu diğer öğrencilerin taklid etme durumu ortaya çıkabilir. Fakat, istenmeyen davranışa karşı verilen tepki, bir başka istenmeyen davranışa model oluşturacak şekilde de olmamalıdır.

ÖRNEK: Kardeşine fizikî güç kullanan bir çocuğa babası tarafından fizikî ceza verilmesi, fizikî güç kullanma modeli ortaya çıkarır; ancak menfî davranışların -eğer başkasına zarar vermiyorsa– görmezden gelinerek müsbet davranışların pekiştirilmesi daha çok tercih edilen yoldur.»
Öğretici ve Oldurucu Olarak Rol Modeli

Yukarıdaki iktibastan da görülebileceği üzere, “rol modelleri” dediğimiz “şahsiyet örnekleri” yahud “yetiştiriciler”, sadece doğrularıyla değil, yanlışlarıyla dahi bir toplumun ve ferdlerinin “davranış alternatifleri”ni belirleyici olabilmektedirler. Bu bakımdan onlar, belli bir topluma o toplumun hayat hikâyesini, hayat tarzını ve asıl önemlisi hayat gayesini, sanki bir tiyatro eserinin aktörleri gibi, ancak hakiki kimlikleriyle sahneleyen “rehberler” kıymetindedirler.

Bugün Batıda -meselâ Yeni Zelanda’da- öğretmen yetiştiren kimi üniversitelerde müstakbel “öğretmenler-yetiştiriciler”, bir “tiyatro aktörü” eğitimiyle benzer, hatta yer yer aynı eğitime tâbi tutulmaktadırlar. Burada, “rol” ve “temsil” mefhumlarına dikkat.

Dinî, mitolojik ve tarihî “kahramanlar”ın belli bir toplum açısından belirttiği misyon yahud fonksiyon da, yine bu zâviyeden dikkatle düşünülmelidir. Aynı şekilde, kurulu bir düzenin “eklemlenmiş” bir parçası olmak yerine “yeni nizam – yeni insan” dâvâsının bayraktarı olanlar veya olmaya talib olanlar, bunu belki herkesten fazla düşünmelidir. Çünkü dâvâlarının zaferi, işte böyle bir “model halkası”nı hem “geçmiş” hem de “aktüel” şahsiyetler hâlinde teşekkül ettirip ettirememelerine doğrudan bağlıdır.

Demek ki, yeni bir dünya, yeni bir ferd ve toplum düzeni kurmaya talib olanlar, yükseltmek için yükselmek, oldurmak için olmak, yetiştirmek için yetişmek gibi “merkezî” bir mesuliyete muhatabtırlar. Hayatın çok yönlülüğüne mutabık olarak, her sahada “rol modeli” olmak ve olacakları oldurmak zorundadırlar. “Menfi örnek” olmamak için, vâkî yahud muhtemel her menfîlikten nasıl bir “müsbet” netice devşirilebileceğini bizzat ve bilfiil göstermek durumundadırlar. Kuru bilgiler tatbikçisi “kimyacı” değil de, elini hangi işe değdirse altuna çevirecek sanatçı misyonuyla, birer “simyacı” olmak borcundadırlar. İşte “yetişmek ve yetiştiricileri yetiştirmek” şeklinde de tesbit edilen bu borcun, yine bu dairede değerlendirilebileceğine inandığımız tarzdaki apaçık ifadesini çerçeveliyor Mütefekkir. Meâlen:
"Halkın ihtiyacı olan örneklik Ümmet modelini temin"...

Bir hisse hâlinde şuurlaştırılması elzem olan bir incelik de bizce şudur ki, halk dediğimiz insan kitlesi, çoğunluğunu oluşturan kısmıyla "saf fikir"e iltifat etmez, aksine, belki yalnızca "şahısları" sever, ancak onları takdir eder ve bu “şahsî” sevgi akabindedir ki onların peşlerinden gider. Halk dediğimiz, çoğu böyle girer “ideal fikrin yolu"na. Veya tersine, tek tek şahıslara buğzedip de yüz çevirir fikirden.

Olmak ve Oldurmak; İşte Bütün Mesele!

Toparlamaya çalışırsak, bizim için "gereken"in ne olduğu artık âşikâr olsa gerektir: Ümmetin yahud halkın "kahraman ihtiyacı"nı karşılayacak tarzda, ismi, cismi ve emeğiyle "şahısları" örnekleştirmek, örnek olmak, örnek olmaya teşvik etmek ve "olmak ve oldurmak" esası üzerinde "örneklik" tavır, usul ve üslublar geliştirip hassasiyetle muhafaza etmek.

Kuşkusuz, bir “ideal” adamı, bir “dâvâ” adamı da olsa, her insanın kusur ettiği demler yahud yetkinleştiremediği yönler olmuştur, olacaktır, olabilecektir. Mesele, bunları "olmak ve oldurmak" temelinde yaklaşarak münasib bir lisan ve fiille çözmeye ve takdime bakmak, aslolan "örneklik Ümmet modeli" hedefini hiçbir ân gözden kaçırmamak, kendisi veya çevresindeki "kılçıklı tarafları örtmek" hikmetini şuurlaştırabilmektir. Müsbet işler, verimler ve tavırlar zaten "güzel örnek" iken, eksiklikler, yanlışlıklar ve arızî menfîliklerin de çevre veya sonrakiler için "telafi edilmesi", "yapılmaması" yahud "kaçınılması" gerekenler dairesinde "öğretici bir örnek" ve "ibret dersi" değeri taşıdığı aynı minvalde unutulmamalıdır.

Özetle, bizim nazarımızda "rol modeli" olma bahsi, nefsanî "isim yapma", "isim parlatma" veya rolünün hakkını veremeyeceği hâlde “statü kovalama” hevesinin çok ama çok ötesinde ve fevkindedir. Murâdımız, “rol modeli” olacak şekilde eser, emek ve aksiyonu bir “isim”le markalaştırmak; eser ve sahibini meydan yerine dikerek veya meydan yerine davet ederek kanlı canlı birer "şahsiyet ifadesi” olmaya teşvik etmek; yaşamış veya yaşayan böylesi tüm şahsiyetleri, o eser, o emek ve o aksiyon sahasının “remzi" kılabilmek; işte bu sayede, onları toplumun mazisini, bugününü ve istikbalini aydınlatıcı "fenerler", yol buldurucu "pusulalar" ve yol gösterici "rehberler" kılabilmektir.

Netice olarak bu, henüz olamadıksa da olunması, henüz yapamadıksa da yapılması gerekendir. Tüm “oluş” yollarının kendisinde birbirine kavuştuğu, belki en birinci vazifedir. 


Hayreddin Soykan

6 Mart 2011 Pazar

Siyasal Propaganda


Yazar: J. A. C. BROWN
Yayınevi:
Başkalarının kanaatını değiştirme girişimlerinin konuşmanın gelişmesiyle birlikte başladığı kabul edilir. Konuşma vasıtası ile insanları fizik güce başvurma gereği kalmadan kullanma ya da ikna etme imkanı ortaya çıkar.”Beyin yıkama” sözü, asıl silahın sözel ve sembolik olduğunu açığa çıkarır. Din değiştirme, politik kışkırtma, sağlık propagandası, kitle iletişim araçlarının halk üzerindeki etkisi, fikir işçiliğiyle meşgul olanların kitleleri yönlendirmesi iddiası ve totaliter devletlerde politik fikir aşılama uygulamalarının daha meşum tarzları ; insan düşüncesini değiştirme konusunu teşkil eden tüm bu şeyler, çekici bir bilim ve ahlak konusu haline gelmiştir.
Oxford sözlüğü propagandayı “bir doktrin ya da uygulamayı yaymak için desteklemek ya da tasavvurda bulunmak” olarak tanımlar. Kendi kendinin yerini alan fikirler değil, yetiştirilmiş olan fikirlerdi.
Ve bu kelime, meşum, yalancı ve bir kişi ya da grubun genellikle gizli vasıtalarla kullanmaya teşebbüs ettiği bir yönteme işaret eden bir anlam kazandı. Propagandanın şeytanca, hoş olmayan ve çok keresinde budalaca, ama yine de rızaları olsun ya da olmasın insanları eleştirerek onları güçten yoksun bırakıcı bir silah olması şeklindeki bu karışık duygular yukarıdaki açıklamaların ortaya koyabildiğinden daha derin köklere sahiptir. Propagandacının her zaman, belli bir doktrini ya da uygulamayı yaymak gibi açık seçik işler yapmıyor oluşudur. Savaş zamanı propagandasında olduğu gibi çok sık bir şekilde yalnızca bir grup lehine ya da aleyhine şiddetli nefret ya da taraftarlık duyguları meydana getirmeye çalışır.
Sokrat, problemlere hazır cevaplar sunarak değil, soruşturma yoluyla öğrencilerinin gerçeği kendileri için keşfetmelerini sağlarken kuşkusuz propaganda yapmıyordu. Sağlık şubesinin sigara içilmesine son vermeyi, Yeni Gine’de kafa avcılığının durdurulması ya da Hindistan’da kocalarının cenaze töreninde kadınların kendilerini öldürmeleri uygulamasının durdurulmasını amaçlayan kampanyalar gibi.
Alternatif görüşlerin bulunmayışı halinde bilinçli ya da bilinçsiz propagandadan söz etmenin anlamsız olduğunu gördük. Katolik Propaganda Cemaati ancak Kilise yeni doktrinlerin etkisini yaşamaya başladığında ve Hristiyanlaştırılacak yeni ülkelerin varlığı söz konusu olduğunda vücut buldu.
Sansür şekliyle propaganda iki türde olabilir: haberin bir görüş açısı lehine olarak ayıklanarak / seçilerek denetim altında tutulması; ve, bir etki oluşturmak amacıyla haberin orijinal halini bozarak farklı hale getirme.
Propaganda olarak sansürün ikinci tipi olan haberin bozularak kullanılmasının klasik örneği Bismarck’ın meşhur Ems telgrafıdır(1870). Konu Hohenzollernli Leopold’un İspanya tahtına çıkıp çıkmayacağıdır; aday Bismarck tarafından desteklenmektedir, Fransızlar ise karşıdır. Böylece, 141 bin kişinin hayatını kaybettiği Fransa-Prusya savaşı başlar.
Daha mütevazi bir ölçekle tiyatroların ortak uygulaması, önemli eleştirmenlerden alıntıları veren posterler için çok keresinde, orijinali itibariyle çok aleyhte olabilen bir eleştiriden daha lehte bir etki meydana getirmek için belli bir bölüm çıkarıp almaktır.
Eğitim İngiltere’de, diğer gelişmiş ülkelerden sonra, ancak 1870 yılında zorunlu hale getirildi. Reformcuların çoğunluğu ataları gibi bağnaz ve hoşgörüsüzdü. Reform Kiliseyi alt gruplara bölerek zayıflattı.
Queens College’den (New York) Kimball Young propagandayı şöyle tanımlıyor:
“Telkin ve ilgili psikolojik teknikler vasıtasıyla fikirleri ve değerleri değiştirme ve neticede de kararlaştırılmış bir çizgiye paralel olarak davranışları değiştirmek amacıyla sembollerin az ya da çok isteyerek, planlı ve sistematik olarak kullanılmasıdır. Propaganda açık olabilir, amacını açık ya da gizli tutabilir. Psikolojik ve kültürel nitelikleri anlaşılamasa bile sosyal kültürel çevrede daima bir yeri vardır.”
Buna göre propaganda:
“İlgili kişi (ya da kişilerin) telkin vasıtasıyla gruplarının tutumlarını ve sonuçta da bu grupların hareketlerini kontrolleri altına almak için yaptıkları sistematik faaliyetlerdir.”
Doob bir başka yerde propagandanın muhtevasını konu edinir ve şöyle der:
“Propaganda, belli bir zaman diliminde bir toplumdaki bilim dışı ya da müphem olduğu düşünülen bir değeri yok amacıyla kişileri etkileme ve kişilerin davranışlarını kontrol altına alma teşebbüsüdür. Bir görüş açısının yayılmasının bir grup tarafından ‘kötü’, ‘haksız’ ya da ‘gereksiz’ diye düşünülmesi o grup standartlarına göre propagandadır.”
Eğitimci ağır işleyen bir gelişme sürecini, propagandacıysa çabuk sonuçları hedef alır. Eğitici insanlara nasıl düşüneceklerini; birisi kişisel sorumluluk ve açık bir zihin, diğeriyse kitle etkilerini kullanarak kapalı bir zihin meydana getirmeye uğraşır.
Komünist olmayan bir Amerikalının Justice Holmes’e daha kaba bir biçimde açıklamış olduğu gibi: “Filozoflar, her şeyin yolunda olduğunu kanıtlamak üzere zenginler tarafından ücret karşılığı tutulmuş kişilerdir.”
Örneğin çiçekçiler; satışları arttırmak için Anneler Günü fikrini icat ederler. Hayal kırıklığına uğradığında insan duygularının daha keskinleştiği iyi bilinen bir gerçektir. İnsanlar, kendi kişisel safdilliklerinin en düşük ortak paydada garkolma eğilimlerinden dolayı kalabalık içinde daha fazla etki altında kalırlar. Herhangi güçlü bir duygunun canlanışı, bu duygu başlangıç itibariyle propagandacıya ve onun mesajına karşı yönelmiş olsa bile kişinin etki altında kalabilirliğini arttırabilir.
Aşağıda madde madde sözünü ettiğimiz şeyler propaganda sırasında kullanılan özel telkinlerdir.
1.Kalıplaşmış İmajların Kullanışı
İnsanları kategoriler içine sokmak doğal bir eğilimdir; herhangi bir kategori içinde düşünen bu tanımlama yerleştiğinde gerçek durum hatırlanmaz olur.
2.İsimleri Bir Başka Lakapla Değiştirme
Propagandacı muhataplarını etkilemek için genellikle lehte ya da aleyhte olan deyimler kullanılır; bu deyimler duygusal çağrışımlara sahiptir. Bundan dolayı ‘Komünist’ ya da ‘Rus’ yerine ‘Kızıl’, sendika liderleri için ‘sendika patronları’ kullanılır.
3.Seçme
Propagandacı karmaşık gerçekler yığınından yalnızca amacına uygunluk arzedenleri seçer.
4. Tümüyle Yalan
Birinci Dünya Savaşı sırasındaki hammadde olarak insan kullanan sabun fabrikaları hikayelerinden Hitlercilerin büyük yalan tavsiyelerine kadar yalan, propagandacıların her zaman sermayelerinin bir parçası olmuştur.
5.Tekrar
Propagandacı, ifadelerini yeterince tekrarladığı takdirde zaman içinde muhataplarınca kabul edileceğinden emindir. Bu tekniğin bir değişik şekli sloganların ve anahtar kelimelerin kullanılmasıdır. Örneğin; ‘Herkese Adil Pay’
6.İddia
Propagandacı nadiren tartışır. Tezi lehine iddialar ileri sürme konusundaysa cesurdur.
7. Düşmanın Tanımlanması
Propagandacı, yalnızca bazı şeyler lehine değil, ama aynı zamanda bazı gerçek ya da mutasavver düşmanlar aleyhine de olan bir mesaj ileri sürmesi halinde düşmanın tanımlanması faydalıdır.
8. Otoritenin Teyidine Sığınma
Otoriteye sığınma telkinin tabiatında vardır. Kendisine sığınılan otorite, tanınmış bir politik kişiliğe bağlı olarak dini otorite olabilir.
Onsekizinci yüzyıl toplumu inançlar üzerine kuruludur; insanların ilgilerinde doğal bir ahenk vardır. Ondokuzuncu yüzyıl ortalarından itibarense yeni fikirlerin etkisiyle görüşler değişmeye başlar. Bu yeni fikirlerin en önemlileri:
1- Politik hayatta gerçekten önemli konuları karara bağlamada uzmanların gerekli olduğunun varsayılması;
2- İnsanın mantık dışı oluşu inancı;
3- Rousseu’nun tüm halkın egemenliği, yani kitle demokrasisi doktrini;
4- Marks ve Engels’in sınıf mücadelesini keşfetmeleriydi.
Wright Mills’in belirttiği gibi:
“Siyasi lider konuşmasını uygun kişilerle temas kurarak milli bir yayın ağıyla yapar ve bu konuşmayı liderin hiç bir zaman görmediği ve görmeyeceği milyonlar izler. Bu ‘fikir işi’ içerisinde kamu yönlendirilir.”
John Vaizey’in kitabı Educatıon for Tomorrow şu önermeye dayalıdır:
“Eğitim için para harcamaya değer, çünkü eğitim ekonomiye yardım eder; çünkü eğitim, canlı bir ekonominin işbirliğinin devam etmesine imkan veren her düzeyde vasıflı işçi gruplarının meydana gelmesini sağlar.”
SİYASAL PROPAGANDA
Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllar İngiltere’sinde hem Endüstri Devrimi hem de arazi çevirmelerine zenginler sebep olmuşlardı.
Şöyle olduğu görülüyor:
a-)Tüm kitle hareketleri bağlılarını aynı tip insanlar arasından bulur alırlar ve aynı tip kafalara hitap ederler;
b-)Bu tür hareketler genellikle birbirinin rakibidir, birisinin taraftar kazanmış oluşu diğeri için bir kayıptır;
c-)Tüm kitle hareketleri birbiriyle değiştirilebilir, ve birisi kendisini kolaylıkla diğerine dönüştürebilir. Dini bir hareket toplumsal bir devrim ya da milli bir harekete dönüşebilir.
Naziler, Fransa’daki devrimciler, Rus ve Çin Komünistleri dine karşıydılar, ya da mevcut bulunan asıl dini kendilerininki ile değiştirmeye teşebbüs etmişlerdir. Naziler ve Komünistler kendi velilerini, kendi merasimlerini, resmi kitap ve sansür kategorilerini, davranış düsturlarını, ilahi ve şarkılarını meydana getirdiler. Fransız devrimi tüm ülke boyunca sunakları “bir vatandaş doğar, yaşar ve vatan için ölür” kitabesiyle kurulan yeni bir din ortaya koyar. Rus Komünistleri durumların değişmesine göre kendi dini kitaplarını yeniden yorumlamışlar, ve hatta, her bir kaç yılda tarihi yeniden yazmışlardır. Fizik ve zihin olarak sağlıklı olan bir kişi problem başlatamaz.
Devrimci liderler şu kategorilere mensupturlar: Toplumda kabul görmemiş olanlar, azınlıklar, toplumsal uyumsuzlar, akli dengesizler, iktidar arayıcıları, kıskanç aşağı-orta sınıf, gayrı memnun eski askerler ve kendilerine olan inançlarını kaybetmiş olan benciller. Bu tür kişiler özgürlük adına konuşuyor olabilirler; onları motive eden asıl şeyse Erich Fromm’un tanımlamış olduğu gibi ‘özgürlük korkusu’dur.
Hitler, Napolyon ve kendisini hep Asyalı olarak tanımlamış olan Stalin yönetmek üzere gelmiş oldukları ülkelerin dışından kişilerdir. Bunların çoğu yapı olarak ufak tefektir ve çoğu yoksul sayılabilecek ailelerdendir. Tüm bunların da üstünde olarak bunların hiç birisi profesyonel politikacı değildi; devrimci için siyasal tecrübe bir handikaptır.
Psyopathology ana Politics isimli eserinde Harold Lasswell’in belirttiği gibi:
“Umuma ilişkin faaliyetlerin mahrem temelini keşfettiğimizde klasik ‘politik motivasyon’ tasavvurumuzun insan hayatının çeşitli oluş gerçekliğinden tuhaf bir şekilde uzak düştüğünü görürüz.”Rousseau’nun paranoyak olduğunu, Napolyon’un cinsel organlarının kısmen körelmiş olduğunu, Alexander, Caesar ve Blücher’in alkolik olduklarını, Calvin’in egzema, migren ve böbrek taşı ağrılarından muzdarip olduklarını, Bismarck’ın histerik, Lincoln’un kasvetli olduğunu ve Marat’ın da mafsal iltihabı, şeker hastalığı ve egzamayla dertli olduğunu bilmek yeterli değildir.
“Herhangi bir açık işi “kusurlu” kılan ana faktör failin diğer kişileri dikkate almaksızın davranma hakkı iddiasıdır. O bunu hırsızlıkla ya da öldürme yoluyla yapabilir, ya cezasını çeker ya da toplumsal model içinde belli sınırlar içinde iddiasını tartışılamaz yapma imkanı veren bir yer bulabilir. Bu tür kabul edilmiş ya da kabul edilebilir kusurluluk için fırsatlar neredeyse tamamen iktidar(güç) modeli içerisinde bulunur.”
Açık bir şekilde, Nazi dönemi boyunca Almanya’yı yönetmiş olan kişiler politikaya kendi kişisel özellikleriyle girmişlerdir; gerçekten, zayıflığı kendisini topluma empoze etmeye götüren Hitler yukarıda sözü edilen tüm niteliklere sahiptir. Alman değil bir Avusturyalıydı, işçi sınıfı kökenli değildi ama mütevazi bir ailedendi, öfkesi burnunun ucunda bir askerdi, histerik ve paranoyak ve ayrıca başarılı olamamış bir sanatçıydı.
Hasta bir grup hasta bir lider seçer.
Hitler, Alman halkının gerçekten ne hissettiği konusunda sezgisel bir anlayışla Komünistlerden daha başarılı olmuştur, bundan dolayı da propaganda örgütü vasıtasıyla onlara duymak istedikleri şeyleri söyleyebilmiştir.
Stıesemann Almanlar hakkında şöyle söyler: “Onlar yalnızca günlük yiyecekleri için dua etmezler, günlük hayalleri içinde dua ederler.”
Hayal kırıklığına uğramış kişiler acı çekmek ve kendilerini davaya feda etmek isterler. Hayal kırıklığına uğramış kişiler doğal saf dilliklerinden başka aldatılmış olmaktan hoşlanırlar. Sonuç olarak, hayal kırıklığı içindeki kişiler nefret etme ihtiyacı içindedir çünkü nefret, başkalarıyla paylaşıldığında tüm birleştirici duyguların en güçlüsüdür.
Öfke dejenerasyon(ki kendinden nefret etmedir.) için büyük çözücüdür. Herman Rauschning’in belirtmiş olduğu gibi; “Yürüme kişinin yürüyüşlerini değiştirir. Yürüme düşünceyi öldürür. Yürüme kişiliği sona erdirir.”
Faşizm milletin gücünü yüceltir, milletin büyüklüğünü göstermek için tarih ders kitaplarını yeniden yazar ve milli olarak kabul edilen insan tipinin üstünlüğünü göstermek için bilimi saçmalığın akıl almaz bir fandangosu(hareketli bir İspanyol dansı) olarak yeniden modellendirir; sayılamaz ölçüde düşman sahibidir ve birçok şeye karşıdır, ancak, somut biçimde hiçbirşey içindir.
“Almanlar gayretli bir biçimde itaatkardır. Dünyadaki en az felsefi şey olan güce saygı ve bu saygıyı hayranlığa dönüştüren korkuyu açıklamak için felsefi akıl yürütmeler kullanılır.”
Faşizm milliyetçidir, Komünizm uluslararasıdır. Faşizm ihraç edilmek için değildir, Komünizm ihraç edilmek içindir. Faşizm kendisine sahip bir doktrine sahip değildir; Komünizmse böyle bir doktrine sahiptir. Faşizmin açık niyetleri ilk dönemlerin politika ve ahlak filozoflarının savunduğu doğrulara karşı işlerken, Komünizmin açık niyetleri herhangi makul bir kişiye hitap edebiliyorlardı. Ateizm komünizmin açıkça ifade edilmiş olan dogmasıdır.
“Kan”, “toprak”, “ruh”, “millet” kelimelerini vücutta dolaşan sıvıdan, bilinen anlamıyla topraktan, ilahiyatta kullanılan bir kavramdan ve halktan başka bir şeyleri kastedenler basiretli kişiler tarafından nihai olarak Hitler’in “Blut und Boden”, “das Volk” ve ebedi Alman “die Seele” yönüne götüren eğilimlere sahip kişiler olarak görülürler. Onlara özgü olmamakla birlikte “izm” ekini kullanmaya Komünistler çok düşkündür.
Komünistlerin yönettiği ‘halk cephesine katılmaya hazır olmuş bir kişi’ ilericidir; böyle bir katılmaya hazır olmayan kişi ise ‘reaksiyoner’dir. Benzer şekilde; özgürlük de Komünist bir toplumda yaşamaktır. Çünkü; Komünist olmayan toplumlarda yalnızca yönetici sınıf özgürdür; ezilmiş ve sömürülmüş kitlelerin oluşturduğu geri kalan kısım yönetici sınıfın aldattıkları ve hizmetkarlarıdır.
Novy Mir isimli edebiyat dergisindeki hatıralarının en son bölümünde İlya Ehrenburg tarafından “...Tanıdığım çevre içinde yarının ne getireceğini hiç kimse bilmez, ve geceleri tüm ev asansörün sesini dinlemeye durur” şeklinde güzel bir biçimde tanımlanmış olan gece yarısı kapısına vurulma korkusu kalkmış olabilir.