27 Ocak 2012 Cuma

Ermeni Zulmü (Taşnaksiyon = İttihat Terakki)


ERMENİ ZULMÜ


Davranışın başı kendilerinde olduğu halde, Türklerden gördükleri zulme cevap vermek iddiasıyla, İttihatçılardan değil de, onların leşini çıkarttığı milletten intikam almaya kalkan Ermeni komitecileri, sözde Türk komitecilerine gerçek bir üstat ve talebe olduklarını ispat ettiler. Hem onlara öğrettiler, hem de onlardan öğrendiler ve tarihin en kanlı zulüm tablolarından birini çizmek sahtekârlığına (!) yükseldiler. Milletlerinin topyekûn bir kabahati yoktu; onların da başında (Taşnaksiyon) isimli bir «İttihatçı» zümresi vardı ve bütün kuvvetini Türkün zaafından alıyordu. Yoksa Türkün kuvvetli deminde Ermeni'den daha rahatı ve Türk'le kaynaşmış olanı mevcut değildi. Öyle ki:

Ak koyun meler gelir,
Dağları deler gelir,
Hakikâti yâr olsa,
Geceyi böler gelir.

Diye içlenen Erzurum dadaşı, güzel Ermeni kızı için;

Ya sen ol Müslüman âşık,
Ya ben olam Ermeni!


Sözünü ağzından kaçıracak ve böyle bir iman ve asriyet şaşkınlığına uğrayacak kadar kendisini kaybettirici bir yakınlık duygusuna düştüğüne göre, iki millet arasındaki his rabıtalarını tasarlayabiliriz. Dilber Ermeni kızını mutlaka Müslümanlığa davet etmesi gereken Müslüman delikanlı bilmiyor muydu ki, eski Ermeni Müslüman-Türk ile, kendisini yalnız kaynakta ayrı bilerek, ruhî renklerini paylaşmış vaziyetteydi. Türk, kendisinden daha asîl olduğu için, kuvvetli zamanında bu ahenk hiç bozulmamış, kuvvetini kaybedince de Ermeni, içindeki «İttihatçı» mizaçlar yüzünden arayı, en büyük düşmanlığa kadar açmıştı. İttihat ve Terakki'ye, Türkü içinden yemeyi öğreten dış tesir, Ermeniye de, başka ve zıt bir zaviyeden aynı şeyi belletmişti. Ve nihayet unutmayalım ki, birinin bu vatanı kurtarmak, öbürünün batırmak dâvasından oldukları ilk hengâmede, Ermeni komitecisiyle «İttihat ve Terakki» bağlıları el ele vermişti. Şimdi:

«—Zalime yardım edene Allah, aynı zalimi musallat eder.»

Hâdisindeki hikmete uygun olarak, ikisinin de birbirinden çekeceği vardı.

Böyle oldu ve onlar yüzünden her iki millet çekti. Ne olursa olsun, vesile ve sebep plânında İttihat ve Terakki'den başkası gösterilemez.

Şimdi Şark ve cenup şarkı Anadolusunu baştanbaşa kaplayan Ermeni zulmü sahasını, Erzurum ve civarı gibi en soylu Türk kanının pınarı başından seyredelim....

Aynı tarihçi Erzurum'da, 6 Mayıs 1918 tarihîyle not tutuyor:

«Yangın yerindeyim... Türklerin bu tarihî ve fedakâr beldesi, âdeta bir harabe halinde... Sokaklar ve binalar, camiler ve medreseler kamilen harap... Evler insan naaşlarıyla dolu... Yanmış ve yıkılmış evlerin enkazı ayakla dürtüldüğü zaman, simsiyah kesilmiş, dişleri sırıtmış insan kafalarına, çocuk başlarına, kol ve bacak, gövde ve ayak parçalarına tesadüf olunuyor.»

«Türk, bombayı bilmezdi. Türkiye'ye bombayı sokan, hattâ Padişahlarının vücudunu ve sarayını bombayla ortadan kaldırmaya çalışan Ermeni komiteleriydi.»

«Bir Rus zabiti âmirine yolladığı raporda tahliye hareketini haber verirken şu satırları yazıyordu:

—Katl-i âma mâni olmak için ne kadar uğraştımsa da muvaffak olamadım. Ermeniler 800 kişi telef etti. Şehir tahliye olundu.»

«Osmanlı ordusunun ilerlemesi, Ermenilerin ümitsizliklerini, zulümlerinin şiddetini bir kat daha arttırıyordu. Bu ümit büsbütün kırıldığı zaman, ermeni çeteleri okur (kuduz) birer canavar haline gelmişlerdi. Evleri yakıyorlar, binaları yıkıyorlar, türbeleri parçalıyorlar, Türkleri kurşunla süngüyle al kanlar içinde yere seriyorlardı. Erzurum bu kanlı vahşetin en feci sahnesiydi.»

«Ermenilerin Erzurum'u tahliyeleri o kadar feci olmuştu ki, yüzlerce erkeği evlere doldurmuşlar, üzerlerine benzin dökerek diri diri yakmışlardı.»

«Evlerin yanmış direklerinden el'an boğucu bir duman çıkıyor. Ellerimi sürdüğüm tuz çuvalları bile hâlâ sıcak..»

«Bir sabah, ufak, sarışın, elâ gözlü bir kız karşıma geldi. Ekmek istiyordu.»

«İleride, bîtap adımlarıyle yürüyen anasına, babasına, mekteplerden ve insanlardan mürekkep muhacirler kafilesine doğru koşuyor, kolunu uzatmış, ekmeğini gösteriyor, sevine sevine bağırıyordu:

—Ekmek, ekmek!»

«Yollarda Rusların bıraktıkları erzak depoları, peksimetler, sucuklar, balıklarla doluydu. Soğuk ovalarda açlıktan ölen bu halka bir lokma ekmek veren yoktu...»

«Etrafıma üşüştüler. Buruşmuş, katılaşmış, topraklaşmış eller, yamalarının iplikleri rüzgârla uçuşan paçavralar arasından uzanıyor, her ağızdan mahcup ve müteessir bir ses işitiliyordu:

—Oğul! Bir lokma ekmek! Ayağını öpem, kölen olam!

İçlerinden en yaşlısı, mavi gözlerini müstemdâne (İmdat istercesine) kaldırdı:

—Bir türlü ölmiriz, oğul! Allah bu canı almir...»

«Dar kuyularına bakıldığı zaman, kerih bir koku, baş döndürücü bir tesirle kalbe baygınlık veriyor, kuyunun taşlarına yapışmış bedbaht Türklerin saçları ve elbise parçaları görülüyordu.»

—Azizim, bu gördüğünüz şehrin en temiz halidir. Bu sokaklar hep kadın, çoluk çocuk ölüleriyle doluydu. Kadınların memeleri, hattâ en mahrem uzuvları duvarlara çakılmıştı.

Şu telgraf tellerine, hep çocuk ciğerleri asılmıştı. Karınları deşilmiş, çırçıplak kadın naaşları, geçeceğimiz yolun iki tarafına dizilmişti. Talihsiz milletimizin bu halini gördüğümüz zaman, âdeta tecennün edecek (çıldıracak) bir hale gelmiştik. Ermenileri tehcir edenleri (sürenleri) hiç şüphesiz biz yapmasak bile Avrupa tecziye edecektir. Fakat bakalım, medenî Avrupa, bu cinayetin de faillerini arayacak mı? Tarih böyle bir vahşet kaydetmemiştir. Hele bu felâketten kurtulan Erzurumlularla bir görüşünüz! İşiteceğiniz cinayetler tüylerinizi ürpertir.»

«Ermeni mezaliminden bahsettim ve sordum:

—Bu katilleri hep Rus zabitleri idare etmiş diyorlar!

Yüzbaşı kıpkırmızı kesildi. Ordusuna canilik lekesini sürdürmek istemeyen medenî bir insan tavrıyla elini salladı:

—Niyet (Hayır)! Biz hiç karışmadık. Hep Ermeniler yaptı. Hattâ mâni olmak istedik. Bizim kaymakam bunların hepsini yazdı. Onun hatıralarını okuyunuz!

—Peki ordunuz zabitleri gittiği halde siz niçin kaldınız?

—Emir almadan istihkâmları bırakamazdık.»

«Bir zamanlar bu geniş sahralar üç tuğlu paşaların çadırlarıyle, atlilarıyle dolar, iç kaledeki saraylarda tahıl ve kös âvazesi ufukları çınlatırdı. Şimdi ovalar boş, kaleler harap, ocaklar sönmüş, boyunlar bükülmüştü. Ermeni zulmü Erzurum'da feci ve kanlı bir yangın harabesi bırakmıştı. Rus istilâsı, Ermeni fecayii yanında hiçti. Yanıma doğru bir zabit ilerledi. Müteessir bir seda ile anlattı:

«Lala Mustafa Paşa Camii'ne gittim. Şadırvandan tatlı zemzemelerle sular akıyordu. Şevket, azamet devrimizin bu nefis âbidesi, uğradığı tecavüzlerle mecruh, delik deşik duvarları, çinileri sökülmüş sütunlarıyla kalbe hüzün veriyordu. Etraf kamilen haraptı. Yangın yerlerinde siyah duvarlar, kararmış pencere boşlukları görülüyordu. Bir zamanlar bu tarihî beldede Osmanlılığın satvetiyle iftihar eden yiğitlerin son nesilleri, şimdi Moskofun çizmesi, Ermeni'nin baltasıyla telef edilmişler, kimi hendeklerde, kimi enkaz altında yatıyorlardı.»

Tarihçinin müşahedelerini rastgele fotoğraflar halinde yukarıya koyduk. Bu fotoğraflarda sanatlı bir göz bile yoktur. Fakat manzara o kadar çarpıcı ki, ondan bir çizgi zaptedebilen, herşeyi göstermiş denecek kadar usta sanılabilir. Şimdi bu fotoğrafları, Erzurum, Van, Maraş, Sivas dört köşesi içinde, her noktayı gösterici milyonlarca çerçeveye çıkaracak ve hepsini tek resimde toplayacak olursak, göreceğimiz şudur: Birbirinde örnek ve destek bulup da milleti İttihat ve Terakki'ye zaptettirdikten sonra , birbirini yemek bahanesiyle yine bu milleti yiyen iki cellâtlar komitesi.... Biri sadece canavarlığının ve kuyruğuna basılışının; öbürüyse ebediyen Türkün ve Türke ait hakların mahkûmu.. Onun içindir ki, Ermeni'nin de vebalini İttihat ve Terakki'ye yüklemek lâzım...

TARİH BOYUNCA BÜYÜK MAZLUMLAR

ERMENİ'YE ZULÜMLER


Ermeni'nin ettiği, ona edilenden sonra... İlk, ilkin ilki, hazırlık, pusuda bekleyiş, fırsat kollayış Ermeni'den gelmiş olsa da, zulüm sahnesini evvelâ açan ve onu Türk milleti açıyor hissini veren İttihat ve Terakki ... Halbuki, nice Ermeni'yi evinde ve yorganının altında saklayıp «İttihatçı» satırından korumuş olandır ki, Türk... Ve eğer ben, Ermeni'nin ettiğini, Ermeni'ye edilenden evvel tablolaştırdımsa, tek sebep ona edileni mazur göstermek değil, belki ucuz bir istismara getirilmekten uzak tutmak, yani Ermeniye:

—Bana ettiğini ben de ona ettim! Gibilerden bir kuvvet kaptırmamak... Zahir plânının açık şahitliği, Ermeni lehinde görünür ama, o da Türk milleti gibi bir cinayet komitesinin tasallutu altındaki Ermeni, en mesut ve rahat deminde, âdil Türk Padişahını bombalamaya ve Türk hükümetini basmaya kalktığına göre, sonunda ettiği zulmü, başında kendisine edilen bir zulümle takas edebilmek iktidarında mıdır?

O, kendisine bir şey yapılmış olmasa da, yaptığını yapacaktı. Gidişi, tutumu, edası ve üslûbu buydu. Ermeni Babıâli'deki nazırları, sarrafları, tüccarları ve türlü iş ve teşebbüs adamlarıyle nüfuz ve refahının en tatlı demlerini yaşarken bile, başına veya kıçına kancayı geçirmiş olan öz komitesi yüzünden kendisini Firavun'un ehramlara taş taşıyıcı esirleri tarzında, ırzı, malı , canı ve her şeyi yönünden Türkün zulüm pençesinde kıvranıyor sanmaktaydı. Bu bakımdan, büyük niyeti ve onu iyice belirten bazı teşebbüsleriyle evvelden mahkûmdu; fakat bu mânevi bir mahkûmiyet olmalı ve tedbir plânında ona göre bir tecelliye çatmalıydı. Ne çare ki, en büyük zulüm teşebbüsü, kendisinkinden evvel, Türke musallat komiteden geldi ve Ermeninin esasen hazır ve saklı iş plânı, «Kısasa kısas» şeklinde, zahirde doğru, bâtında yalan bir istismarcılıkla, kendisine sahte bir özür bulmanın kolaylığına erdi.

—Bana ettiğini ben de ona ettim!

Sözünü nasıl söyleyebilir ki, Ermeni; ona edileni Türk milleti yapmadı, «İttihat ve Terakki» yaptı; oysa ettiğini Türk milletine etti.

Evvelce de belirttiğimiz gibi, (Taşnaksiyon)la kan kardeşi olan «İttihat ve Terakki»yi bir tarafa ayıracak olursak, her iki millet de mazlumdur; fakat zalimlik sırasında nasıl birinci «İttihat ve Terakki» ise, mazlumlukta da aynı sıfat Türk milletine aittir. Ermeni yalnız «İttihat ve Terakki»nin, biraz da kendi komitesinin mazlumuyken, Türk, üçünün birden mazlumu...

Yani:

Ermeniye edileni, Türk milleti yapmıyor, kendi İUSUSÎ kadrosuyla İttihat ve Terakki yapıyor.

Karşılığını, «İttihat ve Terakki» değil, Türk milleti Çekiyor.

Bunu da sadece (Taşnaksiyon) değil, ona uyan Ermeni milleti yapıyor.

Gerçek mâna bilançosu bundan ibarettir; ve bu variyetten Ermeniye zulüm bahsinde «İttihat ve Terakki» hesabına küçük bir özür payı bulunmak şöyle dursun, (Taşnaksiyon)a kadar olanca sorumluluk ve biricik suç (İttihat ve Terakki) üzerindedir.

İş yine durup dururken değil, Ermenilerin Van'da giriştikleri kıtal üzerine başlıyor. Öncülük yine Ermenide.

Fakat biz nasıl «İttihat ve Terakki Komitesi»nce açılan büyük zulüm sahnesini Ermeninin istismarına kapamak istiyorsak, bundan da Ermeniye edileni hafifletmek mânâsına bir fayda devşirmeye tenezzül etmiyoruz. Ölçülerimizi koyduk. Her iki taraf için de, birinin başında «İttihat ve Terakki» öbürünün de «Taşnaksiyon» bulundukça netice belliydi; hem Türk ve hem Ermeni, zulüm silindiri altında ezilecekti. Facianın büyüğü de milletin büyüğüne düşecek.

Hüküm şu:

Hepsinin, her şeyin, her cepheden hep birden suçunu «İttihat ve Terakki»ye bağlamadan; ve Ermeniye edilen zulmü, ona bir hak ve itibar değil, «İttihat ve Terakki» adına zulüm ve zimmet kaydıyla ele almadan gerçeğe ulaşılamaz. Onun içindir ki «yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan?» tarzında bir hesap fuhşuna düşmeksizin - çünkü her şey «İttihat ve Terakki»den - doğrudan doğruya Ermeniye edilen zulüm diye işe girişelim ve onların Şark sınırımızdaki şenaatlerine göz bile atmayalım ki, hakikat karşısında tavrımız soylu olsun.. Zira ne Ermeninin en sonra Türke yaptığı, daha evvel kendisine yapılmış şu veya bu hareketle; ne de İttihat ve Terakki'nin Ermeniye başta yaptığı, önceki herhangi bir faciaya özür kazanabilir.

Evet; daima (Taşnaksiyon)un değneği ve Moskof kamçısı altında Van'a saldıran Ermenilerin zulmünü, birden bire; İstanbul, Bursa, Eskişehir, Afyon, Ankara, Konya'dan başlayarak şarka doğru, bütün Anadolu Ermenileri ödemek mevkiinde kaldı. Bunların hepsi de, belki niyette ve bâtında, zalim kardeşlerinden farksızdı; fakat insanoğlunun ömrü boyunca şahit olduğu hiçbir mezhep, kanun ve ölçü gösterilemezdi ki, herhangi bir husus, kadroya ait cinayeti, o kadro insanlarının topyekûn umumî cins kadrosuna kadar şümullendirebilsin...

İsmine «Tehcir ve taktil — Sürme ve öldürme» denilen öyle bir çığır açıldı ki, Ermeniye Türk, Türke Ermeni karşılıklı ağlamaya başladı.

Eskişehir'de not tutan tarihçinin satırlarına eğilelim:

«Fener yok, ziya yok, rehber yok, hiçbir şey yoktu. Kucağında çocukları, ağlayan kadınlar, perişan sakallarıyla cübbelerini toplayan, yükünü sırtlarına vuran papazlar, kan ter içinde eşyasını çıkarmaya uğraşan, hastalarını, kızlarını, çocuklarını taşıyan analar, fakir, zengin, aç, sefil binlerce aile, yük vagonlarından çıkmaya uğraşıyorlar; çocuklarını, analarını, eşyalarını kaybetmemek için gecenin karanlıkları içinde çırpınıyorlardı.»

«Zulüm kalplerinde o kadar derin meyusiyet, o derece sarsılmaz bir adavet hasıl etmişti ki, en âciz, en biçare, en kimsesiz bir kadına bile yardım etmek istenilse, kaşlarını çatıyor, kindar nazarlarla yüzünüze bakıyor; metin kalbi, müteessir ruhuyla felâkete, açlığa, ölüme doğru bîperva gidiyordu.»

«Birkaç gün içinde Eskişehir istasyonunun civarı on-binden, yirmibinden ziyade aile ile dolmuştu. Trenle sevkedilemeyen çoluk çocuk, kadın erkek, ayakları kanlar içinde, etraflarında birkaç fakir jandarma, karadan gelmişlerdi.»

«Eskişehir sokaklarında, istasyon meydanlarında gelinlik genç kızların, göz nuru dökerek masum kalplerinde tatlı emeller besleyerek ördükleri dantelâlarını, ipekli yatak çarşaflarını, özene bezene yaptıkları gelinlik esvaplarını kollarına almışlar, kırmızı çarşaflı kadınlara yok pahasına sattıkları, sokak sokak dolaştırdıkları görülüyordu.»

«Köylerinden verem döşeğinde yatan, ihtizar halinde bulunan hastalar, alil ve mecnun, yarı belinden aşağı tutmayan dilenciler bile çıkarılmıştı.»

« O sırada İstanbul mebusu Zehrap, Varteks ve diğer refikleri de İstanbul'dan sürülmüşler, Halebe gelmiş-ler... Zehrap, Cemal Paşanın huzuruna çıkmış, kendilerinin Diyarbekir divan-ı harbine gönderileceklerini, yana yakıla ağlaya sızlaya anlatmış... O kadar acı göz yaşları dökmüş ki, Cemal Paşa rikkate gelmiş... Kendilerini muhafaza edeceğini vâdetmiş.. İstanbul'a Dahiliye Nâzırı Talât'a bir telgraf çekmiş, bu mesele kapanıncaya kadar Zehrap ve arkadaşlarını ortadan kaybedeceğini, mesele yatışınca meydana çıkacağını söylemiş.. Talât razı olmamış..

Zehrap ve refikleri, müteessir ve dahun, bir arabayla Diyarbekir'e doğru yola çıkmışlar... Nihayet yolda Çerkes Ahmed'in çetesine rast gelmişler. Çerkeş Ahmet bu zavallı mütefekkirleri birer hamlede perişan etmiş.»

«Hallaçyan Efendi yine Adada, müzeyyen köşkünde İttihatçılara ziyafet keşide ediyor. Ermeni mebusları yine Meclis-i Mebusan'da Talâtlara ve avanesine dalkavukluk etmekte devam ediyorlar."

«En elim faciaların Bursa'da ve bilhassa Ankara'da ika edildiği söyleniyordu. Ankara'dan gelenler müteessirrane bir lisanla anlatıyorlardı. Evler abluka edilmiş, yüzlerce Ermeni aile arabalara doldurularak derelere dökülmüştü. Birçok kadınlar bu feci cinayetler karşısında tecennün etmişlerdi. Ermeni zenginlerinin evleri satın alınmış, takrir verilir verilmez paralar zorla, zulümle istirdat olunmuştu.»

«Çerkeş Ahmet'ten daha fazla malûmat almak istiyordum:

—Peki bu Zehrap,'filân ne oldular?

—A, duymadınız mı? Hepsini geberttim!

Sigarasının dumanlarını havaya doğru savurdu, sol eliyle bıyıklarını düzelterek sözüne devam etti:

-Halep'ten çıkmışlardı.. Yolda rast geldik. Derhal arabalarını kuşattım. Gebereceklerini anladılar. Varteks dedi ki: Peki, Ahmed Bey, bize bunu yapıyorsunuz; fakat Araplara ne yapacaksınız? Sizden onlar da memnun değiller!.. O senin bileceğin iş değil, kerata dedim; ve bir mavzer kurşunuyla beynini patlattım. Sonra Zehrab'ı yakaladım, ayağımın altına aldım, koca bir taşla kafasını ezdim, geberinceye kadar ezdim.

«İstasyon civarına, Porsuk sahillerine gittim. Hazin bir sonbahar, yaprakları döküyor, çiçekleri solduruyordu. Çarşı boyunda kaplıcaların taş binaları, kahraman Osman'ı, genç Orhan'ın adalet ve şefkatine şahit, iki tarihi âbide gibi yükseliyordu. Ne feci bir tezaddı! Bir zamanlar Osman Gazi, burada yine bu Pazar yerinde, Bilecikli bir hristiyanın hakkını gasba çalışan Kermenyanlı bir Türk'ü tedip etmiş, hak ve adalete karşı muhabbetini ispat eylemiştir.»

Zavallı Türk! «İttihat ve Terakki»den, (Taşnaksiyon»dan ve bizzat Ermeni'den çektiklerinden sonra, Ermeniye çektirilenden acı duymak ve haline bakıp ağlamak ehliyet ve haysiyeti yine sana düşüyor! Düşmanlarının sana çektirdiklerinden başka, onlara çektirilenlerden de çeken sensin! O kadar asilsin! 

Necip Fazıl Kısakürek / 
Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar 

17 Ocak 2012 Salı

Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu


TAKDİM


· Bu eser İdeolocya Örgüsü’ne bağlı olarak benim en basa alınması gereken verimlerimden
biri...
· Eser 20 yıl kadar önce Ramazan ayında ve üç defada konferans şeklinde verilmiş ve üç gece
teravihten sahur vaktine kadar sürmüştür.
· Geçen seneye gelinceye dek teyplerden naklen kaleme alınarak tarafımdan titizlikle
muhafaza edilen ve birdenbire kitaplık çapta ortaya çıkarılmasını bekleyen üstüne titrediğim
eserimi, temiz ve hatasız baskı, emniyet ve itinası içinde nihayet kitaplaştırıyorum.
· "Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” üç gecede dörder saatten oniki saat konusan adamın
muazzam dâvayı temellendirmeye ve bir (sentez)e bağlamaya çalıstığı en kesafetli bir deneme
kabul edilmelidir.
· Kısa ve kalın hatlariyle Batı, ince ve mahrem çizgileriyle de Doğu...
· Bu eser, kendi zâtiyle ne olursa olsun, muhtaç bulunduğumuz tefekkür cehdine mihenk teskil
etmesi bakımından kıymetlendirilse yeridir.
· Türkiye’yi, İslâm âlemini ve bütün insanlığı kurtaracak sistemin örgüsü lif lif bu esere
yerleştirilmeye çalışılmıştır.
· Aydan, dünya küresini (mikro-film)e alırcasına el attığımız bu tahlil içinde terkip cehdi,
umulur ki, yeni İslâm gençliğinin şiddetle muhtaç bulunduğu kültürde temel vazifesi görsün
ve “b.d. Yayınları”nın ana eserlerinden biri olsun...


Nisan 1982
Necip Fazıl Kısakürek

Büyük Doğu Cemiyeti


1) KURULUŞ TARİHİ

Büyük Doğu Cemiyeti, resmî olarak 28 Haziran 1949 Salı günü kuruldu.


2) BÜYÜK DOĞU CEMİYETİ
ANA NİZAMNÂMESİ

BİRİNCİ FASIL
İSİM VE ŞEKİL 

1- Siyasî, harsî, ve ahlâkî Büyük Doğu Cemiyeti kurulmuştur.
Merkezi istanbul'dur.
Şimdilik hiçbir yerde şubesi yoktur.
Cemiyet dilediği zaman ve mekânda, vatanın her tarafında şube açmak hakkını mahfuz tutar.


2 - Cemiyet evvelâ bir çekirdek halinde teşekkül edecektir. Hedef ruhunu bütün vatan ağacına aşılamak için 
başlangıçta sadece fikrî ve harsî sahada faaliyet göstermektir. Buna rağmen bütün hak ve imtiyazlarıyle siyasî bir partinin kanun çerçevesinde malik bulunduğu iş ve aksiyon yolunu da, dilediği zaman ve mekânda faydalanmak üzere elde tutar.

İKİNCİ FASIL
GÂYE VE DÂVA

3 - Gaye, bellibaşlı bir ruh tamamlığına, ruhun ahlâkta ve dünya görüşünde ana dayanağına bağlı Türk ferdini yetiştirmek, erginleştirmek ve kadrolaştırmaktır.

Gaye, başkaca, şöyle hülâsa olunabilir.

Garp dünyasının müsbet bilgilerden ibaret madde hakimiyetini ve akıl yoliyle maddeyi istismar zaferini, tam bir şahsiyet ve ehliyetle Doğuya mal edip, Doğunun aslî ve ruh vahidine eklemek, böylece Doğunun eksiğini Batıda ve Batının eksiğini Doğuda giderici üstün bir cemiyet mefkûresine bağlamaktır... "Büyük Doğu" adını işte bu temel ölçüden alan mefkûrevî terkibin fışkıracağı ana diyar olarak da, Türkiye'yi örnekleştirmek...


4 - Kütüphanelik mikyasta bütün bir ideolocya örgüsün daalı olan bu dünya görüşünün, teker teker yine kitaplık çapta fikir inşaları belirten dokuz kutuplu bir inanış sistemi vardır:

Ruhculuk
Ahlâkcılık
Milliyetcilik
Cemiyetcilik
Şahsiyetcilik
Keyfiyetcilik
Nizamcılık
Müdahalecilik
Sermaye ve Mülkiyette tedbircilik

5 - Cemiyetin, adece birer mevzu başlığı ağziyle bildirilen bu dâvalarına karşılık, düşmanlığını da ifadelendirmek zorunda olduğu onbir tane aks-i dâvası vardır:

Her türlü Allahsızlık...
Her türlü ahlâki kayıtsızlık...
Bütün derece ve istihalelriyle materyalistlik ve komünistlik...
Kozmopolitik...
Başıboş fertcilik...
Teftiş ve murakabesiz taklitcilik...
Fikir ve ilimde posacılık ve kışırcılık...
Sahte ve köksüz inkılâpçılık...
Züppe Garp hayranlığı...
Bütün ahlâk dışı tecellileriyle eyyam güderlik v içtimaî adaletsizlik...

6 -
Büyük Doğu mefkûresinin gözünde ölü mefhumlar simsarlığı eden beylik klişe ezbercisi ve orta malı umde canbazı bir zamane tipi vardır. İşte bu tipin mücerret seciyesinden tiksinen Büyük Doğu ruhu, kendi fârikasını ortaya koymak için, şu noktayı, bilhassa ve tekrar tekrar ölçüleştirmelidir.
Büyük Doğu gaye ve dâvalarının en kısa mevzu başlıkları halinde gösterilen esaslar, herbiri kitaplık cehtler temsil etmiş, etmekte ve edecek olan ölçü manzumelerinin isimlerinden ibaret olup, bütün bu esasların düğümlendiği aslî nokta da, millhi tefekkür ve tahassüs mihrakıdır.

ÜÇÜNCÜ FASIL
VASITA VE USÜL

7 - Büyük Doğu Cemiyeti, gayesine varmak için, kanun hükümlerine tam uygunlukla, iki vasıta ve usûl kabul eder:

A: Maddî iş aksiyona kapalı, sadece fikrî, siyasî, harsî ve ahlâkî tebliğ ve telkin vasıtalarına açık, mâna ve nazariye hedefi...

Bu hedefe giden yollar:

İhtiaca göre birçok neşir organı kurmak... Mecmualar, broşürler, beyannemeler, kitaplar ve her sahada her türlü eserler yanılamak... Güzel sanatlardan nihaî derecede faydalanmak... Konferanslar, münâzaralar, tolantılar, temsiller, müsamereler, şenlikler tertiplemek.

B:
Kanun çerçevesinde madde ve ameliye hedefi...

Bu hedefe giden yollar:

Dâvanın olgunlaştığı ve kadrolaştığı kanaati doğduktan sonra seçimlere girmek, millet temsilciliği etrafındaki siyasî mücadeleye atılmak ve yalnız bu usûlle iktidarı elde etmeye çalışmak.

DÖRDÜNCÜ FASIL
VASIF VE ŞART

8 - Büyük Doğu Cemiyeti kadrosuna girecek insan için gereken şartlar, umumî ve hususî olarak iki kısımdır:


Umumî şartlar:

A - Millî tefekkür ve tahassüs mihrakına pazarlıksız bağlı olacak...
B - Büyük Doğu Mefkûresini, bütün dâvaları ve aks-î dâvalarıyla kayıtsız ve şartsız, benimseyecek...
C - Erkek olacak...
D - Yirmi iki yaşını doldurmuş bulunacak...
E - Milli Ahlâk telâkkimizin ölçüleri içinde kötü kişi olmayacak...


Hususî şartlar:

F - Ruhî ve bedenî, kötü ve çirkin illetlerden uzaklık...
G - Hamle, fedakârlık, vecd ve heyecan seciyesi...
H - Belli başlı bir duygu ve düşünce istidadı...
İ - Her bakımdan üstün ahlâk...

Umumî ve hususî, birbirinden ayrılmaz ve müsâmaha kabul etmez olan bu şartlar üzerinde takdir hakkı cemiyetin umumhi idare heyetine aittir.

9 - Yukarıdaki maddenin umumhi şartlarındaki vasıflarına malik bulunanlar, cemiyet merkezine başvurarak, "Büyük Doğu Cemiyeti"nin gaye ve şartlarını kabul ettiklerine ve âzası olmak istedikerine dair matbu teklif ve taahhüt varakasını doldururlar ve âzadan iki şahsın her türlü kefâlet belirtici takdimi altında umumî reisliğe verirler. Umumî reislik de bu müracaatı umumî idare heyetinden geçirip kabul veya red eder.


10 - He âza, zenginlik veya fakirlik derecesi ne olursa olsun cemiyete her ay yalnız, on (10) lira aidat vermeyi kabul edecek ve bu vecibeyi mukaddesatına ve şahsî namusuna bağlı, ihmal ve tehir kabul etmez bir mükellefiyet sayacaktır.
Aidat, ayda on 5107 ve senede yüzyirmi (120) liradn fazla veya eksiz olamaz.
Aylık aidatın sabit mükellefiyetinden başka, servet ve iktidar ehlinin Cemiyete yapacağı her maddî yardım, teberrû ve hibedir.

11 - Merkeze uzak yerlerdeki ccemiyet âzası, aylık aidatlarını, o yere şube açılıncaya kadar, her aybaşı posta havalesi ile "Büyük Doğu Cemiyeti Umumî Reisliği" adresine göndereceklerdir.

12 - Her ayın ilk haftası sonuna kadar aidatı gelmeyen âzaya merkezden matbu bir hatırlatma kartı gönderilir. Bu kartın, adresini buluşundan itibaren bir hafta içinde gelmeyen aidatın sahibi, gayeye ve gaye ahlâkına arka çevirmiş sayılır ve Cemiyetten çıkarılır.

13 - Büyük Doğu Cemiyetinde fahrî âza yoktur. Âzalık bakımından her fert, öteki ile aynı derecede olmak üzere Cemiyetin aslî âzasıdır.
...

Tek Çare ( Batı'ya...)


11 Ocak 2012 Çarşamba

Ali ata bak.


Ahlâk Yaralarımız!


Dalkavukluk… Bugün, fertlerin, maddî ve manevî bütün iş ve menfaat sahalarında, büyükleriyle münasebetini düzenleyen ve neticeyi sağlayan biricik tılsım… Manzara şudur: Bütün cemiyet, bir mıknatıs kutbu üzerinde birbirinin eteğine yapışmış demir parçaları gibi, en küçüğünden en büyüğüne doğru birbirinin dalkavuğu vaziyetinde… Çünkü; ortada fanî ve mahkûm şahıslar kadrosunu aşan bir hüküm, bir iman ve mefkûre ölçüsü kalmayınca, muvaffakiyetin tek sırrı, kuvvetlinin nefsaniyetini kabartmak sanatından ibaret kalır. İhlâs yokluğu…

İltimas… Dalkavukluk, küçükten büyüğe doğru bir korunma tedbiri ise, bu da büyükten küçüğe doğru ferdin bütün kıymet ölçüsünü, hatır, gönül ve hoşa gitme değerine bağlayan bir korunma tedbiridir. Manzara; dişi ve başı ağrıyanlar için (Aspirin) den fazla el atılan ilâç… Çünkü: Birinci “çünkü” nün mukabil kutbu… Değer ve liyakat ölçüsünün iflâsı…

Hırsızlık… Hak ödemek ve hakkı ödenmek vaziyetinde herkesle herkes arasında; sırtında içtimaî bir emanet taşıyan herkesle emanette pay sahibini herkes arasında; evde babayla evlât, müessesede idareyle memur, dükkânda satıcı ile müşteri arasında.

Dört asırdan beri için için işleyen ve bu son devrede tam patlak veren ahlâk yaralarımızı misallendirmeliyiz. Birbirinin yararına korkunç menfaat pususu… Manzara: İkinci Dünya Harbinden sonra, cemiyet gövdesinde, irinli kandilini asmadığı tek hücre bırakmamış bir cüzzam indifaı… Çünkü: Bütün ruh, vicdan ve korku müeyyidelerinin, üstünde topyekûn çökmeye ve yıkılmaya başladığı netice zemini çığırındayız.

Rüşvet… Hırsızlığın en korkunç şubesi… Şahıslarda temerküz eden manevî haklandırma iktidarının hakka zıt olarak menfaat karşılığı satılması… Manzara: Rüşvet gişesi önünde, Eminönü meydanındaki otobüs bekleme mezbahasından fazla kalabalık… Çünkü: Haktan sıyrılan korku, insanlardan ve bütün insanî tertiplerden de sıyrılmış; ve menfi hâlisiyetini, su içmek ve ekmek yemek derecesindeki tabiîliğe dökmüştür.

Fuhuş… Bir kadın ve bir erkek arasında, Allah aşkı ve Allah bağiyle sımsıkı kementli olarak birbirini sevmek ve birbirinin olmak gibi en aziz, en kutsî ve en mahrem aidiyete vesile teşkil eden hâdisenin, herkesle herkes arasında umumî ve hayvanî bir iştirak ifade etmesi… Manzara: Tek koğuş çerçevesinde, hem de elektrikler açık olarak bütün cemiyete şâmil bir “mum söndü” âlemi… Çünkü: artık ruhlar hiçbir mukaddese yataklık edemeyecek kadar pörsümüştür.

İçki… Uyuşmak, kamaşmak, görmemek, duymamak, bilmemek, düşünmemek, kendi kendisini kaybetmek, yok olmak ihtiyacıyla şuur ve muvazenenin zehir içmesi… Manzara: Gündelik su istihlâkini aşan içki sarfiyatı… Çünkü: Vecd ve heyecanımızı zehirde arayacak nisbette ruhumuz boş bırakılmıştır.

Cinâyet… Allahın en haşmetli binası insanın, insanlar arasında, insan eliyle ve her türlü kanun ve kâide dışı yıkılması… Manzara: Kestane fişekleri halinde birbirinden ateş alarak giden ve şehirleri, kasabaları ve köyleri tabanca sesleriyle fıkırdatan bir ölüm panayırı… Çünkü Fertler en küçük hınç ve teessürlerini, Allahın ve kulların kanunlarına havale ettirecek bütün emniyetlerden boşanmış ve münferit ihtilâller yaşamaya başlamışlardır.

Kumar… Hırsızlık fiilinin ve birbirini talan etme hırsının, herkesçe makbul, herkesçe muteber ve bir ilim ve medeniyet tertibine bağlanmış alenî şekli… Manzara: İskambil kâğıtlarının (Bey) leri ve kralları etrafında, yeryüzünü idare eden bey ve kral fikirlerden çok daha fazla alâka, bilgi ve sadakat… Çünkü: Müsbet insan iş ve emeğinin tatlı alın terine karışık, bütün verim değeri herhangi bir formülle birbirini soyma hünerine bırakılmıştır.

Ayrıca hile… Doğruluktan korkuyoruz! Ayrıca yalan… Hakikatten korkuyoruz! Ayrıca riya…Samimiyetten korkuyoruz! Ayrıca nefret… Aşktan korkuyoruz. Ayrıca inkâr… İmândan korkuyoruz! Ayrıca şüphe… İtimattan korkuyoruz! Ayrıca istihza… Ciddiyetten korkuyoruz!Ayrıca kargaşalık… Nizamdan korkuyoruz!

İnsanoğlu, bizde ve bu son devirde alçalmaya bırakıldığı kadar, hiçbir zaman ve mekânda bırakılmadı.


Necip Fazıl Kısakürek  / İdeolocya Örgüsü 

8 Ocak 2012 Pazar

Necip Fazıl'la Başbaşa



"Hakkımda yazılmış tek harika kitap."
Necip Fazıl Kısakürek 


Takdim

Bu eser kendi fikir keyfiyetinden ayrı olarak, kendisinden geçit bulan “KÜLTÜR DAVAMIZ-I” isimli esere nisbet edilirse, Cumhuriyet sonrası KAVRUK NESİLLERİNilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesine temel olmak bakımından, Cumhuriyet öncesini sonrasıyla pürüzsüz bir İslâmî çizgide birleştiren tarihî bir dönüm noktasının işaret taşıdır.Kültür Davamız, Estetik ve Ahlâk, Damlaya Damlaya Göl Oldu isimli eserlerin ve daha neler ve nelerin ipuçları bu eserde.

Değerlendirenlerin liyakatlerinin sözkonusu olduğu ve ahbab çavuşluk ilişkileri içinde küçük nefesli eserlerin mikrofona bağlandığı sağlı sollu derinliksiz değerlendirme ve ödüller yanında, bir gün hakikatin ölçüleriyle konuşulacağı umudu ve herşeyin şerefinin ilklere ait olduğunu belirten Hadisi hatırlatarak, BÜYÜK DOĞU mimarının “KÜLTÜR DAVAMIZ” hakkındaki hükmünü işaretlemek bize yeter:

-“Bize AĞUŞUNU açmış. TAKDİRKÂRIYIM!..”

- “Bu kitap, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin İLK CİDDİ FİKİR SESİ ve İLK ÇİLELİ NEFS MURAKABESİ eseridir.”

-“FİKİR ÇİLESİ haysiyetinin MÜSTESNA GENCİ Salih Mirzabeyoğlu’na!..”


Daha neler ve neler! Hikayesi “Müjdelerin Müjdesi” isimli eserimizde; orada görülür...

Bunları kim söylüyor? NECİP FAZIL KISAKÜREK...

O halde değerlendirmeleriyle, anlaşılmış olmamızın ötesinde, bizi “Sevindirecek” kimse olmadığını da söylemek durumundayız. Kendi keleşlik ve samimiyetsizliklerinin itirafı halinde yan bakışlıların gözümüze nasıl göründüğünü düşünün!.. Hele, arka arkaya eser basıyor olmamızdan olsa gerek; “seneler senesi biriktirdiklerini basıyorlar” cinsinden karalamalara yeltenen sümüklülerin halini!..

Hemen belirtelim ki, madalyanın altınını alanın teneke madalya dağıtıcılarıyla “şahsi” meselesi de olamaz. Bunu açıkça belirtmemizin gayesi de, bize karşı gösterilen ilgi, tepki veya suskunluk tarafımızdan mânâlandırılırken, bu davranışımız doğrudan doğruya BÜYÜK DOĞU fikir mihrakına nisbetledir. Esnaf takımı anlamalı...

Muhatabımız ihlâstan tekerleme gibi bahseden nasipsiz kıskançlar değil, gerçek sahibleri. Onlarla BİRİZ biz; onlar bizden biz onlardan... BİZ, gerçek BÜYÜK DOĞUCULAR!..

BİZ:

“Olsa da olur olmasa da
Gününün şafağına yatanlar
Pek anlayamazlar bizi!”
Oluş ve olamayışları da buradan anlayın!..


1982

BİRKAÇ SÖZ

Eserin ilk baskısı üzerinden şu kadar sene geçip, aynı usûl üzerinde senelerce ifâdeli verimlerin de katılışıyla zenginleşmiş olarak ikinci baskı... İkinci baskının bu kadar gecikmesindeki hikmet, demek ki kifayet ve tamamlık şartının olgunlaşmasını beklemekmiş!..

Umumiyetle bilinmeyen ve adabına mâlik olunmayan bir hususiyettir ki, bir mütefekkirin yanına eğlenmek ve zevk duymak için değil, kurtaran ızdırabı yüklenmek için gidilir; zevk bu zevk olursa ne âlâ!... Bu “âlâ”dan payımın ne olduğunu, eserin başlığındaki mânâya denk İbda kütüphanesi söylesin!..

Lâf değil, hakikat hâlinde, pek genç yaşımda ruhumun idrak ettiğini, seneler boyu açık hava ve güneşe hasret şartlarda kelâmla zarfladım; ve zamanın tecelli zarureti olan hadiseler serisinin vesileleri üzerinde eserimi örgüleştirdim... Demem o ki, Necip Fazıl’ın yanına gidip gelmek gövdeyi taşımaksa, gittim ve geldim... Eğer bir ruh ve keyfiyet davası ise, ne gittim ve ne de geldim; dirsek temasının ne öncesi ve ne de sonrasında, ondan hiç ayrı omadım ki!.. Öyleyse, tamamlık ve kifayet davası, bu esere mahsus!..

Necip Fazıl’la başbaşa... En has ve hususi ve yalnız ona ait mânâsıyla, ömrümün memuriyet ve mesuliyet bileti!..


Salih Mirzabeyoğlu


İçindekiler: 

Takdim, Birkaç Söz
1. LEVHA - 1981 MEVSİMİ: Vesile, M
üjdelerin Müjdesi, Üç Tehlike, Nizam Üstüne, Meseleler-Meseleler, Aydının Sorumluluğu, Fikir ve Sanat Gözüyle
2. LEVHA - 1982 MEVSİMİ:“İnsan”ı Aramak, İdeoloji ve Teknoloji, Kendim Söyler Kendim Dinlerim, Büyük Doğu’ya Hazırlık
3. LEVHA - 1983 MEVSİMİDostluk Üstüne, Hatıralar, Ne Yapmalı?,Terkip Sırrı
4. LEVHA - 1984 MEVSİMİÇizgiler-Sesler, Mülâkat, Kültür ve Sanat Çevremiz
5. LEVHA - 1985 MEVSİMİ: Geriletmek-İlerletmek, Ruh,Beden ve Kâinat, “Gölgeler” Romanı Üzerine
6. LEVHA - 1986 MEVSİMİ: Remz ve Ayn, Nokta’ya Noktalamalar
7. LEVHA - 1987 MEVSİMİ: İslâma Muhatap Anlayış, Panorama
8. LEVHA - 1988 MEVSİMİ: İbda Reçetesi ve, Hüviyetimin Takdimi ve, Kuşbakışı
9. LEVHA - 1989 MEVSİMİ: Necip Fazıl’la Başbaşa

6 Ocak 2012 Cuma

İslâmı Yenilemek















Üstad Necip Fazıl Kısakürek tarafından Salih Mirzabeyoğlu önderliğindeki AKINCI-GÜÇ grubuna ithaf olunan, "İdeolocya Örgüsü" kitabına ilave edilen "İSLÂMI YENİLEMEK" başlıklı yazı:


İSLÂMI YENİLEMEK

- İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir.

- Anlayış mı?.. Nurun aynadaki aksi... Aynayı yenilemek...

- Güneş yenilenemez, Göz yenilenir.

- İslâm, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi... Ona her ân biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik...

- "Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır" hadisindeki sonsuz hikmettir ki, yeninin ve yeniliğin sırrını getirmiştir.

- Dava işte bu mânâda İslâm'ın yeni neslini yuğurmakta...

- İslâmın en yeni, değiştirilmez ve örnek nesli, Resûl eliyle yuğurulan sahabiler...

- Sahabilerin ardından "Tabi"ler bu nesil çizgisini uzatmışsa da onlardan sonra dava içtimaî plânda zaafa uğramış ve büyük ferdî zuhurların çevrelediği mahzun zümrelerden öteye geçilememiştir. Bu tecellide, muhafazası en zor iş olan aşkı kaybetmenin ve kaba akılla yapayalnız dış plânda kalmanın neticesi olarak ilâhî hikmet aşikâr...

- Emevî ve Abbasî devrelerini takip ederek Türk'ün eline geçen İslâmî devlet livası, 600 küsur yıllık gerçek devlet hayatının ancak 250 senesinde böyle bir nesle yataklık etmiş, ondan sonra 300 yıl korkunç bir aşk ve üstün anlayıştan yoksunluk çığrına girmiş, 100 küsur senedir de, aynı ham yobaz ve kaba softa idrakinin tersine dönük şekliyle bütün cehdini İslâm'a karşı çıkmakta bulmuştur.

- O gün bugündür ki, nesillere kahraman diye tanıtılanlar, İslâm'dan tiksinmenin fikrî ve fiilî icracıları olmuştur.

- İslâmı, zatından zerre feda etmeden olanca saffet ve asliyetiyle kucaklayabilecek ve nefslerinde yenileyecek nesillerin böylece köküne kibrit suyu dökülmeye başlanınca din ihtiyacından büsbütün kurtulamayan muvâzaacı mizaçlar her tarafta işi reformculuğa dökmüş; ve olduğu gibi bir İslâm yerine, oldurulmak istenildiği tarzda bir İslâm'a kapı açmaya bakılmıştır.

- Reformcu, İslâm'ı şu veya bu görüş ve mezhep lokomotifine bağlamak, onu zatına ve aslına göre değil, kendi şahsî nefsine ve idrakine iliştirmeye kalkmak, böylece çürük gördüğü bir binayı kendince payandalamaya yeltenmek bakımından, İslâma cepheden zıt olanlardan daha tehlikelidir; ve İslâmı kalb ve göz yenilenmesi yoluyla koruyacak olan nesil, cemiyet dairesi içinde kendisine üç düşman tanıyacaktır; aşksız ham yobaz, duygusuz kâfir, nasipsiz reformcu... Yani ruhu, kör nefsinde kabuklaştıran, büsbütün inkâr eden ve ikisi arasında arabuluculuğuna kalkışan...

- İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye'de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye'de düzelirse her yerde sağlığa kuvuşabileceğine ait İlâhî bir ihtar...

- İslâmı yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felâketleri Türkiye'sinde son ve som, hepçi ve bütüncü tepki hâlinde zuhur etmekle mükellef...

- Bunca zevalin ardından ancak kemâl çığırı açılabilir...

- Dört büyük halifenin sırayla şiarları olan merhamet, celadet, edeb ve akılda tam ikmalli ve teçhizatlı olarak, 15. İslâm Asrının eşiğinde, İslâmı yenileme davasını çözümlemeye güçlü nesilden, ana rahmini tekmeleyici sesler duyuluyor. Aya gitmek hüner değil, bu sesleri güneşten duyulacak derecede fikirde ve aksiyonda yükseltmek marifet...



Necip Fazıl Kısakürek / İdeolocya Örgüsü

SOBE!


3 Ocak 2012 Salı

Put Gribi


CANİİ


Hesaplaşma


Siyaset


SİYASET

· İslâm inkılâbında siyaset, içeriye doğru, her çizgisi ve noktası tamam bir ideolocya manzumesine dayalı bütün bir tekevvün işinin manivela dehâsıdır. Bu yüzden o, teker teker kendi aslî hamle ve hareket şubeleri içinde ifade edebilir; toplu ve merkezi olarak belirtilemez.

· İslâm inkılâbında toplu ve merkezî siyaset, ancak «haricî politika» ifadesiyle, dışarıya doğru olanıdır. Gerçekten, İslâm, dışarıya doğru tek bir vâhid belirtici, tam mânasiyle sabit ve çerçeveli bir siyaseti vardır.

· İslâm İnkılâbının iç siyasetini mutlaka toplu ve merkezî teşhise kavuşturmak lâzımsa, ona, birinin tasfiyesi ve öbürünün ihyası bakımından, biri düşman ve öbürü dost, iki kutup gösterilebilir. Bunlardan düşman kutup iki şubelidir: 1 — İslâma, iman dairesinin dışından musallat, tam 100 senelik, dinsizler köksüzler, şahsiyetsiz mukallitler nesli ve bütün yardımcıları... Bunların fâal yardımcıları, manevî sömürge ustası Garplılar, Yahudiler, Masonlar, dönmeler, melezler ve kozmopolitler... 2 — İslâma, iman dairesinin içinden musallat, tam 400 senelik, aşksızlar, vecdsizler, kuru ezberciler, nefsanî tefsirciler, insan ve dünya murakabesinden uzak nasipsizler, dinin zahirî bâtınî ruhuna yabancı ham ve kaba softalar nesli ve bütün yardımcıları... Bunların yardımcıları ise bugün faaliyetini kaybetmiş, fakat ananevî bir insiyakla her ân türeyip üreyebilecek soydan umumî cahiller...

· İslâm inkılâbının iç siyasette en büyük dostluk kutbu da, dine topyekûn ruhunu ve aklını teslim ederek onu nihaî saffet ye asliyetiyle temsil etmek üzere yetiştirilecek yepyeni nesiller... Bunlar «nâr-ı beyzâ»dan daha yakıcı, en ince havaları kaydeden barometre plâkalarından daha hassas, dünya çapında, tarih ve fikir çilesine sahip, aklın ve ilimlerin son humma noktasına yapışık, solmıyacak renk ve geçmiyecek ânın kara sevdalıları... Bunlara, İslâmın saffet ve hakikat devirlerinden başka maziye doğru hiçbir örnek gösterilmeyecek; her şey bunlar vasıtasiyle, mazideki tek hareket noktasından dosdoğru istikbale havale edilecektir, İslâm inkılâbını iç siyaset ölçüsü bakımından iyice kavramak lâzımdır ki, gözün göremiyeceği ve hayalin alamıyacağı kadar ve ezelle ebede doğru her ân yeni bir dâva ve hamle temsil edecek olan bu rüya nesli, cihanın en büyük «doğru»sunu tam dört asırdır yanlıştan yanlışa sürüklemiş, nihayet bir ve en nihayet yarım asırdan beri de bu «doğru»ya «yanlış» ismini takmış olan seleflerini hiçbir mevzuda örnekleştirme ve kopya etmek mevkiinde olmıyacaktır. Gelin de siz bu nesil idealini güdenlere mürteci deyin! Asıl onun gözünde en koyusu bugünden başlıyarak, gittikçe hafifleye hafifleye dört asır gerisine doğru devam eden tabakalardır ki, mürtecilerin tâ kendileri olacaktır! Zira bu tabakaların ilticaları, günden itibaren gittikçe hafifleye hafifleye 400 senelik maziye doğru, baştan başa, en kör ve aşağı «emmâre»lik haliyle kaba nefse rücuun ve o yüzden din dışına çıkışın hikâyesi olarak izah edilecektir. İste İslâm inkılâbının iç siyasette hedef tuttuğu başlıca gaye, bu ebedî yeni daimî taze nesillerin maya tutması etrafındaki iş dehâsıdır.

· İslâm inkılâbının, tam mânasiyle toplu ve merkezî dış politikasına gelince, bu incelerin incesi ve naziklerin naziği bir sanat işidir. Bütün dâva, Garplının ruhî butlanından hariç ve iyi taraflarını lif lif ayıklayıp onu «hikmet ve hakikat mü'minin kaybolmuş malıdır, nerede bulsa alır!» fermaniyle ve gerçek bir bünye aşısiyle Doğuya zam ve bundan yepyeni bir terkip çıkarmak... Bu terkibin yıllar boyunca sınır içi, gizli ve acık, tezgâhını kurup işletmek... Büyük Doğu mefkûresinden damlayan bu mayayı, şimşeklerini yedi bucak ve dört iklime saçmaya başlıyacağı âna kadar bir vatan sırrı olarak muhafaza etmek ve devre devre bütün mahremlerin hududuna riayet etmeyi bilmek... Yoksa Batı dünyası böyle bir oluşa imkân bırakmaz. Batıyı aldatıcı, incelerin incesi bir siyaset.

· Bütün bu ölçülerin kıvama erişinden sonra, tün Doğuya şâmil bir sirayet plânından, mütefessih mütereddî Garba, en yeni ruh ve kültür savaşçısı olarak yönelmek... Topyekûn Doğunun, maddî ve mânevi Garp emperyalizmasına karsı kurtuluş ve ihtilâlini, anbean beslemek ve günü gününe geliştirmek... Bunun için. dünyasını bütün tezattan ve buhranları içinde devam ettirici şartlara, muazzam bir casus ve sahte müttefik dehasiyle yardımcı olmak... Nihayet ve kısaca, rahimdeki çocuğu, doğuracağı andan pehlivan yetiştireceği ve mazlûm mânasiyle makhur maddesinin intikamını alacağı güne kadar yamyamların çadırında idare, ikâme ve idâme edebilmek... Bu iş!!! Her ân değişik her ân zıt istikametlerde yol almaya mecbur, korkunç mikyasta girift ve derin keyfiyetle bu dâva, sırf politika dehâsı bakımından, cihanın en sanatlı cehdine ve en dakik plânına muhtaçtır. Belki 50 , belki 100, belki 300 senelik bu plânın, ana ölçüsü de prensip bakımından bu kadar…

· İslâm inkılâbında siyaset, her çizgisi ve noktası tamam bir ideolocya manzumesinin, kendisini madde âlemine nakşetmekteki alet ve usul dehâsına bağlı bir şubedir ki, o ruhun aşk ve feyz ile ışıldadığı müddetçe daima ana kaynağını, bütün kıymet hükümlerini ve her türlü direktifini hazır bulacaktır.

· İslâm inkılâbında siyaset, içeriye doğru, sadece olmak, dışarıya doğru da bu oluşu tamimleştirmek gayesinin gerektireceği umumî tedbir dehâsı olarak ifade edilmeli; ve bu temel hareket noktasına göre programlaşmak, topyekûn usul prensibini belirtmelidir.

Necip Fazıl Kısakürek / İdeolocya Örgüsü

İhtilâl ve Oluş Tekniği




V. BÖLÜM

İHTİLAL VE OLUŞ TEKNİĞİ

"İhtilal durumu" ve "İhtilal hareketi"...
Bir hatırlatmayla; insan ve toplum için ihtilal, "şuur"un bozuluşu ve yıklışını belirttiği gibi, bunun dış plandaki tezahürlerinin anlamını da kuşatır. Şuurdaki bu bozuluş ve yıkılış, tohumun çatlaması ve ağaca doğru gelişimi şeklinde bir oluşum süreci belirtebileceği gibi, tam tersi; statikleşme ve kabuklaşma süreciyle bir çürüme ifadesi de olabilir. Birinci durumda "eşya vehadiseye ait yeni verilerle şuurun muhtevasının zenginleşmesi" neticesi bir inkılap (oluşum)dan bahsedilirken, ikinci durumuda eşya ve hadiseye ait yeni verilerin "şuur" terkibinde yeni terkibe ulaşamaması ve çözülüş, ya da, eşya ve hadiseler karşısındaki "sağır" şuurun "zapt" görevini yerine getirmemesi, kabuklaşma ve çürüyüş vardır. Birincisiyle "müspet" ikincisiyle "menfi"liği gösterici iki yön... (İhtilallerin, mana ve madde kıymetleri olarak değerlendirilmesi için bk. N.F.K. İhtilal S.317-319)
Görülüyor ki, gerek fert ve gerekse toplum planında, denge bozuluşu "ihtilal durumu", denge kurma seyri de "ihtilal hareketi"ni (aksiyonunu) belirtir. Evrenin her an yeni seyri içinde, insanıneşya ve hadiseyi zapt memuriyeti ve bu memuriyetin "hareket içinde hareket belirtici" karakterigözönüne alınırsa; "denge bozuluşu" ve "denge kurma" seyri ard arda kesintisiz bir süreçtir ve"insan, nefsinde ve cemiyetinde, kendi ölçüsüne göre aradığı cennetin engellerine karşı daimaihtilal halindedir." (1)
Anlaşılıyor ki; "durum" ve "hareket" niteliğiyle ihtilal, kendisini doğurucu şartların sebep, gayeve sonucu olarak "dengeyi belirleyici" unsura bağlıdır. Burada ortaya çıkan mesele, ihtilalci durum (ve hareketi) doğuran ilişkiler planındaki şartların, sebeplerinde, varılmak istenen gayesinde ve sonuçlarındaki birbirlerine benzemezliği içinde "temelde" denge amilinin "ne" olduğudur. Bu noktaya ihtilal hareketinin niteliinden süzebiliriz: Toplumun bir ilişkiler sistemi olduğunu veilişkilerin "mensubiyet" duygusu ve karşılıklı "tanıma" (şuur) esasına dayandığını göz önüne alırsak, ihtilal de; unsurdan terkibe doğru, mensubiyet duygusunun "zıddı" ve karşılıklı "tanıma" içindeki iradelerin karşı karşıya geliş hareketi olarak bir sosyal ilişki türünü belirtir; kısaca, ihtilal keyfiyeti, insana has bir olgudur. O halde, ihtilalin dış plandaki çıkış şartlarını belirleyen sebepler de, temelde, ilişkileri belirleyen iradi (şuurla) karar verebilme özelliğinin hakikatindedir. (İradenin belirlenişi meselesi, toplumsal ilişkilerin belirlenişinide insan iradesinin rölünün bulunup bulunmadığının tartışılmasıdır. Bu mesele toplumda insan mesuliyetinin neye dayandırılacağı esasından süzülebilir. (2) Burada şu kadarını söyleyelim ki; ilişkiler insandan doğduğuna göre, birbirleriyle alakasız ve birbirlerini ve "iradeyi" etkilemedikleri düşünülemez. Ancak ihtilal, insanların iradelerinhden bağımsız ve ilişkilerin doğurduğu bir olay olarak alınırken de, dikkat edilirse, iradeyi aşan sebepleri idrak eden irade (hadiseye yanaşan insan şuuru) söz konusudur.) 
Yakından bakarsak; "İnsan, Allah'ın habercisi ve Allah ile kaim hakikatin arayıcısı olarak (3) kalbin hakikatinde birleşik ve toplu iki zıt taraf halinde yaratıldı. (4). Bu ikiliği ruha karşı nefs diye alabiliriz. İhtilal denilen keyfiyeti de, tek insandan, en kalabalık topluma kadar bu iki kutup arası birbirine çullanma, birinden öbürüne karşı ayaklanma diye tarf edebiliriz" (5) O halde kalbin hakikatinde birleşik iki his merkezi arasındaki ahenkte dengeyi belirleyici (amil) ruhtur; fertte ve toplumda ruhi denge... (Bizde nefsi ruhun emrine verme ve bunun "ilişkileri" söz konusu). 
Fert ve cemiyette ruhi denge...
"Ruhi muvazene hem fert, hem de cemiyette olacak... Fertte ruh muvazenesi, ferdin fert olarak olgun hale gelmesi... Yani inandığı ile eseri ve işi arasında bütün nispetleri, ahenkleri kurmuş olması... Cemiyette ruhi muvazene: Bir toplum halinde aynı ahenk kamelini (olgunluğunu) idrak etmek ve muvazenesiz cemiyetlere doğru; akın, fetih, sirayet hakkı kazanmak... Nerede kuvvetli bir cemiyet görürseniz, orada muazzam bir ruh muvazenesi bulursunuz. Fertlerinde ve kendisinde... Cemiyette aşk ve iman, hamle ve iş (potansiyel)i...
(...) Muvazeneler de derece derece... Bir bataklıkta da muvazene var; göğün üstünde de... Muvazene olmayan yerde hayat yürümez. Hak veya batıl, her inanış bir muvazene doğurur. Aşağı veya üstün... (6) 
Siyasi iktidarın biçimi, teşkilatlanışı e işleyişinin "ideolojinin" rengine göre belirlenmesi,yerleşik toplum düzeni ve gayesi olmayı isteyen dünya görüşünün talip olduğu noktayı da belirler; iktidar... Meseleyi iktidarı ele geçirme hareketi (aksiyonu) açısından ela alırsak: toplumun "ihtilaldurumu" ve gerçekleştirilmek istenen dünya görüşüne nispeti "ihtilal yolunu" (ihtilalci hareketinmaddi ve manevi stratejisi ve taktik hedeflerini) belirler. Bu aynı zamanda örgüt yapısınınçizilişidir.
"İhtilal yolu"na gelince...
Tek başına iktidarı ele geçirme eylemi (bazılarının zannettiği gibi) bir ihtilal ifadesi değildir. İhtilal, iktidarı ele geçirince "istenen"'i gerçekleştirebilme şartlarını  hazırlama, kısaca; harekete fikrin damgasını vurma; iktidar ele geçirildiğinde de "gerçekleştirme" hareketinin bütün seyrinin anlamıdır ve dünya görüşü çerçevesinde "ruhi denge"yi bulmahareketidir. Bu harekettir ki; inkılabın da anlamını kuşatır. İktidar ele geçirildiğinde istenenigerçekleştirebilme kapasitesinin hesabı ise (durum tespitiyle birlikte) ihtilal hareketinin, "kanunyolu" ve "şiddet yolu" diye belirtilen iki eğilimini verir.
Bu iki yolun belirlenişine gelince...
a) Rejim ve düzen planına geçme gayesine bağlı bir yönlendirme, siyasetin anlamını vefonksiyonunu verdiğine göre, "ihtilal harekete", karşı tarafın nizamını çökertme hareketi olarak, siyasi bir gaye belirtir. Bu nokta ihtilal hareketinin sisteme bağlı siyasetin içinden doğuşumeselesini açıkladığı gibi, buna bağlı olarak "ihtilalci durum"un hazırlanışı ve hareketinyürütülmesinde de siyasetin belirleyici rolünü gösterir. (Şu iyice anlaşılmalıdır ki, sisteme bağlısiyasi görüşü olmayan hiç bir hareket, ihtilal hareketi olarak değerlendirilemez.) 
b) "Fikir ve onun gerektirdiği maddi ve manevi strateji eli, davayı tatbik sahasına koyma dehasıve ona bağlı (taktik) bir arada olacaktır" (7)... O halde siyasetin belirlenişi de (bir hatırlatmayla) ideolcyanın işaretlediği "temel hareket" noktası etrafında ve "toplum şartları"na göredir.
c) Özetlersek; "ihtilal yolu"nun belirlenişi, iktidarı ele geçirme ve sonrasına ait bir hesapla ideolocyaya nispet işi olduğu kadar, "karşı tarafın nizamı yerinde oldukça ihtilal ve inkılaba yolun kapalı" oluşu açısından, "durum değerlendirmesi" ve "durum hazırlanmasıyla" ilgilidir. 
İhtilal yolunun ve takip edilecek strateji ve taktik hedeflerinin belirlenişini "oluş tekniği" meselesini de içine alacak şekilde çağımız şartları içinde ele alırsak; hareketle fikrin iç içeliğinidoğuran şartlar, çağımızda iktidarı kuvvetlendiren ve her zaman daha kuvvetli yapan "teknolojik"sebebe bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, "oluş tekniği" ve örgütün karaktereni belirleme (harekete fikrin damgasanı vurma) meselesi, işin hareket cephesini ikinci planda tutan geçmeş dönemlerden ayrı yeni bir olaydır. 
Kısaca; teknik, toplumsal ilişkiler (ve yapı) değişiminde olduğu gibi, ihtilalin yapılış şeklinde de değişiklik meydana getirmiştir. İktidarın "kişileşmesi" dediğimiz durum (iktidarın toplumsal ilişkilere tebliğ, telkin ve müdahale ile yön verme gücü, ayrıca, "silahların malum terakkisi karşısında silahlı kuvvetlerin karşı olduğu hiç bir hareket başarılamaz" hükmünü doğuran durum) oluş tekniği diye müstakil bir konunun doğuşunu da açıklar.
a) "İhtilal durumu" açısından ihtilal yolunun belirlenişi: (Toplumsal ilişkilerin karmaşık ve her zamandan daha çok birbirini etkileyici olması, şartların kısmi istek ve sonuçlar içinde ele alınamazoluşu, ideolojik mücadelenin geniş bir cephe üzeirnde yürütülmesini gerektirmektedir. Budurumdandır ki; İHTİLALİN GAYESİ OLAN İDEOLOCYA ÇAĞIMIZDA AYNI ZAMANDA İHTİLALİN ARACIDIR DA. Çağımızda savaşa "topyekünlük" karakterini veren durum, her vasıtanın içinden tütücü ideolocyayı da "ideolojik şuurlandırma" tekniğinin mevzuu yapmıştır. 
b) "İhtilal hareketi" açısından ihtilal yolunun belirlenişi: İdeolojik şuurlanmanın tek başına"araç" ifade etmesi ve silahlı kuvvetlerin durumu gözönüne alınırsa, bizzat orduya nüfuz etme çalışması, "ihtilal durumu"nun olgunlaşması ve "ihtilal hareketi" açısından ihtilala yolunu belirler. Gençliğe ve onun vasıtasıyla orduya nüfuz yollarının aranması bizi "beklediğimiz neslin zuhuriyle beklediğimiz ihtilal-inkılabın gerçekleşmesi arasında fark yoktur" (8) hükmünün önüne getirir. Bu hüküm, aynı zamanda ihtilal durumunun tahlili ile "antitez"lerimizin kendi kendine kapaklanışı ve bize sadece "'olma'nın kalışı" şeklindeki tespitin de getireceği noktadır.
"Oluş tekniği", ihtilalci hareketin, fikirde; usul esas, hedef ve vasıta olarak planlanması veuygulamaya geçirilmesi işleminin bütünüdür. İhtilalci durumun (ki bugün olgunlaşmıştır) ve"hareketin" istediği kıvamı birlikte gözönüne alırsak... "Davanın büyük (strateji) planında her türlü yayın, bütün şubeleriyle güzel sanatlar, fevkalade açıkgöz bir (diyalektik, kelam sanatı), hücum edilecek maddi ve manevi kale burçlarını hedef alma şuuru, hasılı insanları kafalarından, gönüllerinden eve ellerinden yakalama metodu ve bu hazırlık zemini üzerinde idare mekanizmasının nerelerden ele geçirilebileceğine ait hesap..." (9) birlikte yapılmalıdır. 
Durumun, "ihtilalci öz"ün zarflanması şeklinde kanun yoluyla zuhur "ihtilalin hareket kıvamınaerme ve ihtilal durumunu bekleme" şartlarını aşması, eylemi de gündeme getirmekte ve "şiddetyolu" ihmal edilemez yol olarak belirmektedir.
O halde burada "eylem" de, (nihai harekete kadar) nüfuz yolu olarak kelkin ve propaganda niteliğine ermektedir. "İhtilal durumu" ve "ihtilal hareketi" birlikte gözönünde tutulursa, ihtilalci örgütün de cepheleri ve zarf şekilleriyle beraber karakteri ortaya çıkar: Şiddet yolu içinde de yolalıcı biçimiyle "ilmi, fikri, siyasi, iktisadi, her şekle döndürülebilecek tarzda teçhizatlandırılacak" (10) şekil...
(Mücadele edebileceğimiz bir rejimi mücadele edemeyeceğimiz bir rejime tercih etmemek tek kelimeyle aptallık olur. "Mutlak Fikir" bağlılarının kafalarının bulandığı ve bulandırıldığı nokta da burada başlıyor. Mücadele edebileceğimiz bir rejimi; particilik ve dernekçilik oynayacağımız yangelip yatacağımız, korumakla mükellef olduğumuz bir rejim gibi anlayanlar var. Mesele onu tepeleme şartlarını hazırlamada... Kanun yolunun bütün imkanlarından faydalanılması hesabı bu noktada...)
Tekniğin toplamsal yapı ve müesseseleri alt üst ettiği ve tek tayin edici güç durumuna geldiğini çağımızda, ihtilalin teknoloji ifadesine bürünmesi, bir yönüyle fikri karartıcı olma gibi bir menfiiliğe sebep olabilirken, diğer yönüyle, "Mutlak Fikir" bağlıları için muazzam bir nimet olarak belirmiştir. Şartların bizim için imkansızı başarmak gibi bir zorluk belirtmesi, aynı zamanda her türlü yarım ve ucuz oluşu engelleyici bir rol de oynamaktadır.
İhtilali "savaş"tan ayırıcı özellik, ihtilal durumu, ihtilal hareketi, ihtilal yolu ve ihtilalin oluş tekniğinin topluca ifadesi: "İhtilal nasıl nizam isterse, onun usul ve tekniği de karşı tarafın kuvvet nizamını çökertmektir diye ifade olunabilir. Daima böyle olmuştur ve başka türlü olabilmesine imkan mevcut değildir. Karşı tarafın nizamı yerinde oldukça ihtilal ve inkılaba yol kapalıdır. İki ayrı ve yerinde nizamın birbirleriyle çarpışması işi ihtilal değil, ülkelerarası dalaşma, yani harptir. İhtilal, kendi içinden bir şahlanışla kendi kendini "zapt" ve "feth" demek olduğuna göre, olabilme imkanı bakımından mutlaka ayrı ve hususi bir tekniğe muhtaçtır." (11)

Salih Mirzabeyoğlu / İdeolocya ve İhtilâl