4 Nisan 2011 Pazartesi

Kesin İnançlılar: Kitle Hareketlerinin Anatomisi



Kesin İnançlılar veya İhtilalci Hareketlerin Anatomisi


Yıllar önce okuduğumuz bir kitabı, aktüel gündemin, iç bunaltıcı siyasî kapışmaların ortasında yeniden hatırlamak, derin bir nefes alıp, hadiseleri sil baştan gözden geçirmemizi sağlayabilir. Amerikalı yazar Eric Hoffer’ın Kesin İnançlılar isimli eseri, böylesi bir kitab. Bütün dünyanın fıkır fıkır kaynadığı, ihtilalci halk hareketlerinin gücü eline almaya başladığı böyle bir dönemde, yeniden okunması gerekiyor bizce.

Eric Hoffer, 1902’de, Amerikalı Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. 6 yaşında bilinmeyen bir sebeble kör olur. 15 yaşında yeniden görmeye başlayınca, tekrar kör olma korkusuyla okumaya başlar. Bulduğu her kitabı yutarcasına okur. 18 yaşında babasını kaybedince beş parasız kalır ve hamallıktan maden işçiliğine kadar her türlü işte çalışır. Bu arada okumaktan asla vazgeçmez. Montaigne’in Denemeler isimli kitabını okuduktan sonra, kendisinin de bir yazar olabileceğine karar verir. Bir yayınevine gönderdiği mektubla dikkatleri üzerine çeker. İlk yazdığı eser olan Kesin İnançlılar çok ilgi topladığı, çeşitli dillere çevrildiği hâlde, o, limandaki hamallık işine devam eder. Emekli olana kadar da işinden ayrılmaz. Bu arada İnsan Aklının Hırslı Dönemi, Değişimin Sıkıntıları ve Zamanımızın Çılgınlıkları isimli eserlerini yazar. Ancak onun dünyaca ünlü bir yazar olmasına sebeb olan, Kesin İnançlılar isimli eseridir. Üniversitelerde ders kitabı olarak okutulan bu eser, esasında devrimci hareketlerin nasıl meydana geldiği, nasıl taraftar topladığı, ne şartlarda güçlendiği gibi suallerin cevabını aramaktadır. Elbette Hoffer, bu eseri devrimci hareketlerin el kitabı olsun diye yazmamıştır; başta kendi vatanı Amerika olmak üzere, yerleşik ve güçlü devletleri devrimci hareketlere karşı bilgilendirmek amacını gütmektedir. Eseri okurken bu durumu gözönünde tutmakta fayda var. Doğrusu, Eric Hoffer’ın, hayatı boyunca fakirlerin, işsizlerin, ezilmişlerin arasında yaşaması ve derin entelektüel malûmatı, halk hareketleri hakkında onu bir uzman yapmış gibi gözükmektedir.

1951 yılında yayınlanan ve günümüze kadar pek çok baskısı yapılan eser, Türkçeye 1968 yılında tercüme edilmiş. Eric Hoffer kitabını şöyle takdim ediyor:
“Bu kitabta ister dinî hareketler olsun, ister sosyal devrimler veya milliyetçi hareketler olsun, bütün kitle hareketlerinde ortak olan bazı özellikler incelenmiştir. Bu kitab, bütün kitle hareketlerinin birbirinin aynı olduğunu iddia etmemektedir, fakat bazı temel hareketlerinde öylesine ortaktırlar ki, bu onların aynı familya içinde görünmesine imkân vermektedir.” (s. 23)

Kitabın girişinde Hoffer eseri yazma gayesini şöyle açıklar:
“İçinde yaşadığımız bu günlerde, kesin inanç adamının içgüdü ve tepkileri hakkında bir bilgi sahibi olmak çoğumuz için gerekli bir durum almıştır. Hernekadar içinde yaşadığımız çağ, dinsiz bir çağsa da, inançsız olma yönünden durum tam tersinedir. Kesin inanç adamı her yerde yürüyüşe geçmiştir ve gerek saptırma ve gerekse düşmanlığı tahrik etme yoluyla dünyayı kendi hayaline uygun şekle sokmaktadır. Bizler onun tarafına geçecek de olsak, onun karşısına çıkacak da olsak, kesin inanç adamının bünyesini ve potansiyelini elimizden geldiği kadar tanımak bizim yararımızadır.” (s. 25)

Hoffer’ın bir nevî aforizmalar hâlinde yazdığı Kesin İnançlılar’dan gözümüze takılanlar:
 “Amerika ve İngiltere’nin (veya Batının diğer demokrat ülkelerinin) Asya ülkelerini geri kalmışlıktan ve uyuşukluktan kurtarmada direkt ve lider bir rol oynamamalarının nedenini anlamak güç değildir. Şöyle ki, demokrasi rejimlerinin, Asya’nın milyonlarca insanında yeniden canlanma ruhunu alevlendirmeye ne güçleri ne de böyle bir niyetleri vardır. Doğunun uyandırılması yönünde, Batı demokrasilerinin yapmış olduğu yardım dolaylı ve şübhesiz ki, arzu edilmeyen bir şekilde olmuştur. Batı demokrasileri, bu ülkelerde Batı’ya karşı gücenme hislerini alevlendirmişler ve işte bu Batı aleyhtarı heyecandır ki, çağımızda Doğu ülkelerini yüzyıllardan beri süregelen uyuşukluğundan uyandırmaktadır.” (s. 32)

“Ordudan yeni terhis edilmiş olan bir kişi, ideal bir potansiyel taraftardır ve bu tip kişileri, çağımızdaki bütün kitle hareketlerinin ilk taraftarları arasında görürüz.” (s. 79)

“Bir toplumun, bir kitle hareketi için elverişlilik derecesini gösteren en iyi olay, boşalacak yol bulamamış bunalımdır. Kitle hareketlerinin doğuşundan önceki dönemlere ait açıklamaların hepsi genel bir bunalımdan bahsetmişlerdir; ve başlangıç dönemlerindeki kitle hareketlerinin, sömürülenlerden ve ezilenlerden ziyade, bunalanlar arasından taraftar ve sempatizan bulması daha güçlü bir ihtimaldir. Kitle hareketlerini kışkırtmakla görevli bir kişi için, halkın can sıkıntısından bunalmış durumda olması, ekonomik ve politik çarpıklıklar içinde kıvranır durumda olması kadar elverişli bir ortamdır.” (s. 88)

Hitler döneminden önceki Almanya için Hermann Rauschning diyor ki, “Savaşı kaybettikten sonra karşılaştığımız en büyük dertlerden biri, kişilerin her şeyin sonuna gelindiği inancı olmuştur.” Modern bir toplumda insanlar ancak ardı arkası kesilmez, telaşlı bir hayatın getirdiği şaşkınlık içinde yaşadıkları sürece umutsuz yaşamaya dayanabilirler. İşsizliğin oluşturduğu karamsarlık, yalnız yoksulluk korkusundan değil, hayâllerde geleceğe âit boşluktan da ileri gelmektedir. İşsiz kalan kişilerin, kendilerine maddî yardım yapandan çok, kendilerine ümit aşılayanları takib edecekleri daha güçlü bir ihtimaldir.” (s. 43)

“Şimdiki hayatımızda şahsî ilgilerimiz ve ümitlerimiz bu hayatı yaşamaya değerli kılmayacak nitelikteyse, hayatı değerli kılacak şeyi aramaya ihtiyaç duyarız. Nefsini adamanın, sadakatin ve manevî teslimiyetin her çeşidi, aslında ziyan olan değersiz hayatımıza bir anlam verecek amaçlar aramamızdandır.” (s. 44)

“Daha iyi bir gelecek ümidini sağlamadan, şimdiki zamanı etkili bir şekilde değerden düşürmek imkânsızdır. İçinde yaşadığımız devrin kötülüklerinden ne kadar yakınırsak yakınalım, eğer geleceğin teklif ettiği ihtimal şimdinin daha da kötüleşmesi veya şimdinin aynen devam etmesi olacaksa, mevcut düzenle uzlaşma eğilimimiz kaçınılmaz olur – bu bizim için zor olsa bile…” (s. 107)

“Şimdi’yi reddedip gözlerini ve kalblerini ilerideki şeylere yöneltmiş olanlar, ileride gelecek fayda ve tehlikelerin şimdiden gelişmekte olan tohumlarını görme yeteneğine sahibtirler. Bu nedenle, hayâl kırıklığına uğramış kişiler ve kesin inançlılar, şimdiki dengenin devamını isteyenlere nisbetle daha iyi kehanette bulunurlar. “Aşırılar genellikle, geleceğin gereklerini daha iyi kavrarlar”” (s. 110)

“İnsanların bir rozet, bir bayrak, bir namus, bir fikir, bir efsane ve benzeri şeyler uğrunda ölmeyi göze almaları tamamen anlamsız bir davranış değildir. Aksine, asıl anlamsız olan şey, bir kişinin maddî bir kazanç uğruna canını vermesidir. Nefsi feda etmek, maddî bir kazancın tezahürü olamaz. Nefsimizi savunmak için ölümü göze aldığımız zaman bile çarpışma gücümüz, maddî menfaatten daha çok, namus, gelenek ve hepsinin üstünde ümit gibi manevî şeylerden doğar. Ümit bulunmayan yerde, insanlar ya çarpışmaktan kaçıp uzaklaşırlar yahut kendilerini çarpışmaksızın öldürülmeye bırakırlar. (…) Hitler Avrupası’nda yok edilmeye boyun eğmiş olan Yahudilerin, Filistin’e geldikleri zaman cesaretle çarpışmış olmaları ilgi çekici bir olaydır.” (s. 116)

“Ordu, yeni bir hayat ihtiyacını karşılayacak bir durum ortaya koymaz; ordu, insanı günahlarından temizleyen bir kurtuluş yolu değildir. Ordunun bir baskı yapma heveslisinin elinde, zorla yeni bir hayat tarzını kabul ettirmek için bir araç olarak kullanılması mümkündür. Fakat, ordu, başta, yerleşmiş bir düzeni –ister eski ister yeni bir düzen olsun-, korumak ve genişletmek için kurulmuş bir araçtır. Ordu, istendiği zaman toplanan, istendiği zaman dağıtılan geçici bir araçtır. Diğer taraftan, bir kitle hareketi ise sonsuza kadar devam eden bir araç görüntüsündedir ve ona katılanlar bir hayat boyu o yolda yürümek için katılırlar. Ordu şimdiki düzeni korumak, desteklemek ve yaymak için bir araçtır. Kitle hareketiyse şimdiki düzeni bozup yıkmak için gelir.” (s. 128)

“Kitle hareketlerinin meydana gelişlerinde bizce en önemli nokta olarak görünen bütün büyük liderlerin sahneye çıkmaları için, oldukça uzun bir bekleme dönemi vardır. Onların sahneye çıkmaları ve rollerini oynamaları için sahnenin tesadüfler ve diğer insanların çalışmalarıyla hazırlanmış olması gerekir.” (s. 155)
“Dinî ve milliyetçi hareketlerin de bir değişiklik aracı olduğu herkes tarafından bilinmemektedir. (…) Bir güdüleyici güç olarak şahsî gelişmeye imkân tanınmayan ülkelerde, uyuşmuş bir toplumun uyandırılması veya toplum hayatının geleneklerinde temelden reformlar yapılması isteniyorsa, başka çaba motivasyonlarının bulunması zorunluluğu ortaya çıkar. Dinî, devrimci ve milliyetçi hareketler, böyle bir genel çaba oluşturan motivasyonlardır.” (s. 29)

“Gerek Fransız, gerek Rus devrimlerinin birer milliyetçi hareket hâline dönüşmüş olmaları göstermektedir ki, modern çağda milliyetçilik, kitle heyecanının en yoğun ve en sürekli kaynağıdır ve devrimci heyecanın başlatmış olduğu büyük değişiklikler zincirine son vermek isteniyorsa, milliyetçi heyecanın önü alınmalıdır.” (s. 31)

“Japon milliyetçiliğinin yeniden canlanma ruhundan yararlanılmasaydı, Japonya’nın olağanüstü kalkınması belki de mümkün olmazdı. Bazı Avrupa ülkelerinin (özellikle Almanya’nın) hızla modernleştirilmesinin de, milliyetçi heyecanın iyi bir şekilde teşvik edilmesiyle kolaylaştırıldığı düşünülebilir. Mevcut belirtilere göre bir hükme varıldığında, Asya ülkelerinin uyanışını gerçekleştirecek ortam, milliyetçi hareketlerden başka bir şey olmayacaktır.” (s. 31)

“Yerine başka bir hareket koymak yoluyla bir hareketin durdurulması, her zaman kolay olmaz ve genellikle pahalıya mal olur. Mevcut düzenin değişmemesini isteyenler, kitle hareketleriyle de oynamamalıdırlar. Çünkü, özlü bir kitle hareketi yürüyüşe geçtiği zaman, daima mevcut düzen zarara uğrar. İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki İtalya ve Almanya’da tecrübeli iş adamları komünizmin önlenmesi için tamamen “mantık” yoluyla hareket ederek, Faşist ve Nazi hareketini desteklemişlerdir. Fakat bu şekilde hareket etmekle, bu tecrübeli ve mantık adamları kendi yok oluşlarını kolaylaştırmışlardır.” (s. 49)

“Tehlike zamanlarında, sel felaketlerinde, büyük yer sarsıntılarında, hastalık salgınlarında, ekonomik kriz dönemlerinde ve savaş zamanlarında tek başına şahsî çabalar faydasızdır ve böyle zamanlarda her durumdaki halk, bir lidere itaat etmeye ve onu takib etmeye hazırdır. Bu durumda itaat, hergünkü güvensiz bir yaşantı içinde tutunulabilecek tek sağlam kayadır.” (s. 161)

“Fikir adamlarının uyumlu bir şekilde beraber çalıştıkları nadir görülür; buna karşılık eylem adamları arasında bir arkadaşlık genellikle kolay olur. Takım halinde çalışma, entelektüel veya sanata dair işlerde az bulunur, fakat eylem adamları arasında bu tabiî ve çoğunlukla gerekli olan bir şeydir. Komünist bir sanayi bakanının kapitalist bir sanayiciyle ortak olan yönü, Komünist bir teorisyenle olduğundan herhalde daha fazladır, çünkü her ikisi de eylem adamıdır.” (s. 164)

“Bir yerde daha önce bulunmayan bir yazar-konuşmacı azınlığının ortaya çıkması, devrime doğru atılan bir adımdır. Batı ülkeleri yalnız yabancıya karşı düşmanlık duygularına neden olmakla değil, aynı zamanda insan değerine oldukça yer veren kültürel faaliyetleriyle de bilmeyerek Asya’daki kitle hareketlerini tahrik etmişlerdir. Hindistan’daki, Çin’deki, Endonezya’daki devrimci liderlerin çoğu öğrenimlerini muhafazakâr Batı okullarında yapmışlardır. Dindar ve muhafazakâr Amerikalılar tarafından yönetilen ve finanse edilen Beyrut’taki Amerikan Koleji, Arab dünyası için devrimciler yetiştirmektedir. Çin’deki misyonerlik okulu öğretmenleri de bilmeyerek, Çin Devrimi için ortam hazırlayanlar arasında bulunuyordu.” (s. 177)

“Bir kitle hareketinin öncülüğünü söz ustaları, gerçekleştirilmesini aşırılar ve toparlanmasını da eylem adamları yaparlar. Bu rollerin birbirinin ardından gelen başka kişiler tarafından oynanması, genellikle dayanıklılığı için yararlıdır ve belki de gerekli bir önşarttır. Aynı kişi veya kişiler bir kitle hareketini başından itibaren olgunluk devresine kadar yönetirse, o kitle hareketi başarısızlıkla sonuçlanabilir.” (s. 193)

Eric Hoffer’ın Kesin İnançlılar kitabında, altını çizecek daha çok cümle var. Amerikan pragmatizminin tipik bir ifadesi olan bu kitab, hiç şüphesiz pragmatist devrimcilerin de ilgisini çekecektir.

Kaynak: Eric Hoffer, Kesin İnançlılar, İm Yay., İstanbul 1995

Gülçin Şenel

Seriyye 2. Sayısıyla Okuyucularının Karşısında..

"Allahsıza, Ahlaksıza, Vatansıza, Namussuza ÖLÜM!.." SERDENGEÇTİ

Dergi sayılarına ulaşmak için TIKLAYIN

Serdengeçti Dergisinin Çıkışı

          Okulu bir türlü bitiremeyen Osman Yüksel, Ankara’da, yapılan yanlışlıkları ve haksızlıkları halka duyurmak ve bunlara bir ‘dur’ demek için kendisiyle özdeşleşen Serdengeçti isimli dergiyi çıkarmaya karar vermiştir. Serdengeçti dergisi Osman Yüksel’in deyimiyle “Allah’a, Millete, Vatana koşanların dergisi”dir. Bu dergiyi çıkarmasıyla birlikte Osman Yüksel, Serdengeçti olarak anılmaya başlanmıştır. Gerçekten de, “Haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytandır” düsturuyla olaylara yaklaşan Osman Yüksel için bu soyadı çok uygun olmuştur ve herkes bunda hemfikirdir. 
          Kırk yıla yakın bir zaman yayıncılık hayatı olan Osman Yüksel’in 15 yılda 33 sayı çıkarabildiği Serdengeçti dergisinin, hem kendi hayatında hem de Türk basın tarihinde büyük önemi vardır.  Serdengeçti dergisi, din, mukaddesat ve milliyet düşmanlarının üzerine adı gibi ‘Serdengeçti’ cesaret ve gözü karalığı ile gitmiştir. Osman Yüksel, dergisi için “Serdengeçti’deki her ses, her sada maröken koltuk, bol harcırah, hususi vagon sahiplerinin rahatını bozmuştur. O satırlar bir feryattır, bir çığlıktır. Bir milletin ızdırabını haykırıyor” (Serdengeçti, 3. Sayı, 6) demiştir.
          Osman Yüksel, Serdengeçti dergisiyle söylemesi lazım gelen her sözü fütursuzca söylemiştir. Serdengeçti bir ruhla bütün kötülüklerin, ahlaksızlıkların üzerine dolu dizgin yürümüştür. Savcılık, mahkeme ve iktidarlara rağmen bu kararlılığını devam ettiren Osman Yüksel, Serdengeçti dergisinde kaleme aldığı yazılarından dolayı muhtelif ceza davalarından toplam 4 buçuk yıla yakın hapis yatmıştır.  Osman Yüksel, Serdengeçti dergisini çıkarmak için hazırlık yaparken espiri alışkanlığını da işin içine katarak dergiyle ilgili önemli bilgiler vermektedir:  “Söğecek olan: Osman Yüksel… Hapse girecek olan: Yazı İşleri Müdürü (Bekir Sami Özdemir) diyordu. Bazen de: İdarehane: Lamekan,  Mesul Müdür: Bulunamadı… Mecmuanın çıkış süresi: Nerede ve ne zaman çıkacağı belli olmaz ama, bir çıkar pir çıkar” (Balcıoğlu, 2002, 179). Bu şekilde espiriler yapan Osman Yüksel, bunların bazılarını Serdengeçti dergisinde neşretmekten de geri kalmamıştır.  ‘Bir kuşağın; çocukken ninnisi, gençken türküsü olmuş nice deli poyrazlar gibi şiirleri, yürek yakan ağıtları hep bu dergilerde yayınlandı. Bu dergi sayfalarında fırtınalar estirdi, gemiler batırdı. Apar topar dergisini toplatıp, kendisini zindanlara, tabutluklara tıktılar. Çıktığı zaman, üzerinde henüz hapishanelerin kırpık yataklarının kokusuyla yeniden kaleme sarıldı. Kalemini kılıç gibi kullanarak, en girilmez kalelere girdi, aşılmaz burçlara tırmandı…” (Balcıoğlu, 2002, 16-17).

           Yakın dava arkadaşı Necip Fazıl Kısakürek, Serdengeçti dergisinin idarehanesi ve Osman Yüksel’i şöyle tasvir etmektedir: “Ankara’da (step) şehrinin Denizciler caddesinde, hem idarehane, hem yatakhane, bir tarafında rast gele yığın yığın kitap ve dergi, bir köşesinde yorgun-argun yatak veyorgan, yerde yağları donmuş bir yemek tabağı ve giyildikten sonra atılmış yün çoraplar, çarpuk-çurpuk ayak parmaklarını konuşturan düşünceli bir çift eski potin, garip ve hazin bir mekan zarfı içindeki, kirpi saçlı ve katran kuyusu gözlü adam… Gayet içli, tabak gıcırdasa zıplayacak kadar zaif, sinirli, hudutsuz, evhamlı, (metafizik) fikirlere karşı ‘yangın var!’ diye bağırasıya beyni sancılı, ama kafiye hatırı için hakikatlere kıyasıya insiyaklarına tabi, (espri) düşkünü ve kelime oyunu tiryakisi, eski Türkçü ve yeni İslamcı, her şeyin üstünde de mayası tertemiz ve ruhu ipince, ‘Serdengeçti’ iddialı, dağınıklık ve perişanlıktan geçemez bir tip… Aksekilidir; ve sabık şairin o güne kadar tanıdığı Aksekililerden apayrıdır. Akseki modelinin tamamıyla yabancısı olduğu bir iç dünyaya kapalı, belki o dünyayı başına yıkarak, ihtilaçlar ve ihtiraslarla dolmuş, marazi çapta bir hassasiyet… Şöyle der: Akseki birçok zahiri din adamı yetiştirmiştir ama evliyalık kokusundan mahrumdur.  Yakın akrabası, Diyanet İşleri Bakanı Aksekili Ahmed Hamdi’ye otomobil tahsis edildiğini duyunca yapıştırıvermiştir:  Sıratı bu otomobille mi geçeceksin!  İnönü resimli pulları abone bantlarına yapıştırırken onların tutmadığını görüp haykırmıştır: Koltuğuna yapıştığın gibi yapışsana! Sabık şaire ‘üstad’ yerine ‘ustad’ der ve o konuşurken çok defa başını elleri arasına alıp uzak bir köşeye çekilir. Hasılı, binbir zaaf içinde cins bir adam” (Kısakürek, 1985, 362-363).

           Osman Yüksel’in 20 Nisan 1947 tarihinde çıkarmaya başladığı Serdengeçti dergisi, tüm Türkiye’de büyük yankı uyandırmıştır. Hatta derginin ilk sayısı birkaç kez daha basılmıştır. Piyasaya çıkar çıkmaz tükenen Serdengeçti’nin ikinci baskısı da aynı ayda yayınlanmıştır. Serdengeçti’ye bu oranda ilgi gösterilmesine sebep olarak tek parti iktidarının hüküm sürdüğü ve kimselerin konuşamadığı bir dönemde birçok insanın söylemek isteyip de söyleyemediklerini Serdengeçti’nin net ve dolaysız bir şekilde ifade etmesi gösterilmektedir. ‘Allah’ demenin yasak olduğu bir devirde Serdengeçti’nin ‘Allah’ dediğini aktaran Hekimoğlu İsmail, “O zaman dağıtım şirketleri yok, Serdengeçti, kitapçılara, kırtasiyecilere geliyordu, onlar da fısıltı halinde bazı kimselere söylüyordu. Alan gizliden gizliye alıyor, gizli gizli okuyordu. Çünkü her memurun ağzından çıkan söz kanundu” (Aktaran: Balcıoğlu, 2002, 207) demektedir. Emine Bağlı da kimsenin sesini çıkaramadığı bir devirde amcası Osman Yüksel’in, Serdengeçti dergisiyle tek başına muhalefetlik yaptığını anlatmaktadır.  Serdengeçti dergisinin büyük ilgi görmesi iktidarın da dikkatini çekmiştir. Osman Yüksel, bununla ilgili şunları söylemektedir: “CHP’den dört kodaman bizim tanıdığımız büyüklerden birini ziyaret ediyor. ‘Bu gence yazık olmasın, biz bunu himaye edelim. Matbaa bulalım, para bulalım’ diyorlar. Tabii biz reddediyoruz. Sonra da mahkemeye veriyorlar (Serdengeçti, 5. Sayı, 7).  27 Nisan 1947 tarihli birinci sayının 2. baskısının birinci sayfasında “Genç Arkadaşlar!..” başlığıyla şu ifadelere yer verilmektedir: “Serdengeçtiler, her türlü kötülüklerle amansız bir şekilde mücadele etmek için ortaya atıldılar. Onlar ilhamlarını Allah sevgisinden, millet sevgisinden, vatan sevgisinden alıyorlar. Bu memlekete ve bu millete, bitmiş tükenmiş müstahase haline gelmiş adamlardan, İttihat ve Terakki artıklarından hayır gelmeyeceğine inanmış bulunuyorlar. Vatanı taze bir heyecan tufaniyle yeniden fethetmek, bu topraklara, ‘Bu topraklar için toprağa düşenlerin’ çocuklarını hakim kılmak istiyorlar. Gençler! Aşınmamış vicdanların gür sesleri… Sizde bu çetin yolda pervasızca yürümeğe yemin edenlerin safına, Serdengeçti’ler kafilesine katılınız!” (Serdengeçti, 1. Sayı, 3). 

         Birinci sayıda bulunan “Bir Fakültenin İçyüzü” ve “Azap Hücrelerinde” isimli yazılarından dolayı Osman Yüksel fakülteden atılmanın yanında mahkemeye verilmiştir. Mahkemede savunmasını yapan Osman Yüksel, kendi ifadesiyle ‘kalplerde beraat etmesine’ rağmen mahkemece 6 ay 2 gün hapis ve 202 lira para cezasına çarptırılmıştır. Hakim, Osman Yüksel’e 3 buçuk ay yerine şiddet sebepleri bularak 6 ay ceza verip, tecil imkanını da ortadan kaldırmak için 2 gün daha eklemiştir. (Serdengeçti, 3. Sayı, 7).  O dönem hapishanede bulunan Abdurrahim Balcıoğlu da Osman Yüksel ile ilgili ilk düşüncelerini şöyle aktarmaktadır: “Yeni gelen tutuklu; orta boylu, esmer tenli, iri yarı gözlü, tipik Osmanlı burunlu, saçları kabarık, dimdik yürüyüşüne uygundu… Etrafına dikkatle bakıyordu. Bir şeyi, bir şeyleri arıyor, en azından nerede olduğunu, bilmediği bu yere neden getirildiğini, önünde ve arkasında onu getirenlerin kimler olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi…” (Balcıoğlu, 2002, 8). “600 kişinin barındığı koca hapishaneyi şu iki kelime ile hulasa etmek mümkün: Ah ve af!” (Serdengeçti, 2003, 68) şeklinde başladığı ‘Mahkumlar Arasında’ isimli yazısında Konya Hapishanesi’ndeki izlenimlerini yazan Osman Yüksel için artık her sayının ardından mahkeme yolu gözükmüştür. Bundan dolayı ileriki sayılarında derginin son sayfasına “Açın kapıları Osman geliyor” diye de yazmıştır. Mahkumiyetinden dolayı Konya’da çıkan 3. sayıda Osman Yüksel, hapis yatmasına neden olan davadaki savunmasına ver yermiştir: “Muhterem Hakimlerim… Şu anda kendimi yalnız sizin huzurunuzda değil, her şeyi bilen, gören Kadirimutlak adil bir Allah’ın huzurunda hissediyorum. Ta küçüklüğümden beri kafama yerleşmiş bir peygamber sözü vardır. ‘Ey insan, nerede bir kötülük görürsen onu elinle önlemeye çalışacaksın, elinle önleyemezsen dilinle, dilinle de önleyemezsen kalbinle takbih edeceksin!’ Bu mukaddes söz, benim alnıma bir mukedderat çizgisi gibi hak edilmişti. Söylediklerim, yazdıklarım hakikatın ta kendisidirler. Onlar müdafaa istemeyen, çıplak yalınkılıç hakikatlardır. Benim burada yapacağım iş bu hakikatlere tercüman olmaktan ibarettir. Ben bir vasıtayım. Hak ve hakikat olan O’dur. Şimdiye kadar vicdanımı kötüye kullanmadım. Bundan böyle de kullanmayacağım. Size hadiseleri bir fotoğraf makinesi sadakatiyle perde perde, sahne sahne göstereceğim. Seyredeceğiniz manzaralar iç açıcı manzaralar değildir. Bazen tiksindirici, bazen azap verici, hüzün verici ve ekseriya düşündürücü olacaktır. Bu sahne, perde perde değişen manzaralar içinde değişmeyen bir şey var: hakikat.” Bu ifadelerinin ardından Osman Yüksel, yazısında da kaleme aldığı olayları tek tek hakimlere de anlatmıştır. Ardından da savunmasını şöyle tamamlamıştır: “Şimdi soruyorum. Adil ve merhametli kanunlar! Hasan Ali Yücel’e dalkavuk dediğim için beni üç buçuk ay hapse ve yüzlerce lira para cezasına mahkum eden, insan haysiyet ve şerefine en yüksek payeyi veren kanunlar. O zaman siz nerede idiniz? Yalnız bunlar mı? Ben daha neler neler gördüm. Bayılıncaya kadar dövülen insanlar, mahsenlerde çürütülen, küf kokan canlı cesetler gördüm. Şimdi anlıyorsunuz değil mi ben neden Serdengeçti oldum. Onun içindir ki Serdengeçti’deki her ses, her sada maröken koltuk, bol harcirah, hususi vagon sahiplerinin rahatını bozmuştur. O satırlar bir feryattır, bir çığlıktır. Bir milletin ızdırabını haykırıyor” (Serdengeçti, 3. Sayı, 5).  İlk çıkışta derginin satış fiyatı 30 kuruş olarak belirlenmiştir. Sayfa sayısı, yer ve zaman ise imkanlara göre sürekli değişmektedir. Çünkü Osman Yüksel daha birinci sayıda mahkum edilmiştir.  Yayın adresi değişen Serdengeçti dergisinin Mayıs 1947’de çıkan ikinci sayısında Osman Yüksel, birinci sayıda kaleme aldığı “Bir Fakültenin İçyüzü” başlıklı yazısını devam ettirmekle birlikte, tabutluklarda yaşadıklarını “Azab Hücreleri” ismiyle yayınlamıştır. Ayrıca bu sayıda ilk sansüre uğrayan Serdengeçti dergisine “3 Mayıs Feveranı” başlıklı yazının girmesi engellenmiştir. Osman Yüksel, bu sayıda sansür olayını şöyle anlatmaktadır: “Osman Yüksel’in ‘3 Mayıs Feveranı’ adındaki alev parçası gibi yazısı çıkartılmış, matbaa tarafından basılmamıştır. Onun yerine koyduğumuz ‘Manevi Emperyalizm’ başlığını taşıyan makaleden de en canlı yerler çıkarılıp atılmıştır. Bağrımızdan kalbimizi söker gibi en canlı, en hareketli ve pervasız yazılarımız sökülüp atılıyor. Serdengeçti istediği gibi konuşamıyor” (Serdengeçti, 2. Sayı, 2). Derginin ikinci sayısının Ankara piyasasında keyfi kanunsuz olarak toplatıldığını anlatan Osman Yüksel, bayilerin tehdit edildiğini, bazılarından da bu mecmuayı satmayacaklarına dair kağıtlar alındığını söylemektedir. Elinde matbuat kanunu olduğu halde Ankara Cumhuriyet Savcısı Kemal Bora’ya giden Osman Yüksel, bu hareketin kanunsuz olduğunu, gazete ve mecmuanın ancak mahkeme kararıyla toplatılabileceğini söylemiştir. Bunun üzerine savcı, bir yanlışlık olduğunu ve mecmuaların hemen iade edileceğini belirtmiştir. Osman Yüksel, bu hadisenin o zaman Kudret gazetesine de aksettiğini söylemektedir (Serdengeçti, 5. Sayı, 7). Ayrıca daha ikinci sayısında Serdengeçti dergisinin bayilerden, zamanın parasıyla ciddi bir miktar olan 65 bin TL gibi yüksek bir meblağ alacağı bulunmaktadır (Yılmaz, 2001, 98). 30 kuruş fiyatı olan derginin bu kadar alacağının olması karşısında Osman Yüksel ikinci sayının son sayfasında bayilere sattıkları derginin paralarını ödemeleri konusunda uyarıda bulunmaktadır.  Serdengeçti’nin 3. sayısını Konya’da basan Osman Yüksel, matbaanın sonradan çekindiğini, mecmuaları kırmadan ceride halinde çıkarıverdiğini anlatmaktadır. Bir otel odası tuttuklarını ve arkadaşlarıyla binlerce mecmuayı iki gün içinde kırıp, dürüp, büktüklerini anlatan Osman Yüksel, dergilerin üzerine abonelerin adreslerini yazdıklarını diğer taraftan da pul yapıştırdıklarını belirterek, “Hani o üstünde insan fotoğrafı olan ‘20’ paralık pullardan. Fakat pullar bir türlü yapışmıyordu. Serdengeçti güldü, ‘be mübarek’ dedi, ‘sandalyeye yapıştığın gibi yapışsana” (Serdengeçti, 4. Sayı, 19). Süleyman Arif Emre, şair Eşref gibi, Neyzen Tevfik gibi Osman Yüksel’in bir tarafı olduğuna dikkat çekerek, şöyle söylemektedir: “Osman derdim, yazdığın yazıları neşredilmeden önce bana göster, bak şimdi avukat da oldum. Yazının tesir ve kuvvetine halel vermeden onu hukuki açıdan zararsız hale getireyim, başın belaya girmesin… Ne mümkün, yazılarını neşretmeden önce bilhassa benden, namahremden kaçırır gibi gizlerdi. Ben ancak mahkemeden, açılan dava için celphane veya tutuklama müzekkeresi geldikten sonra işe vakıf olabilirdim. O kerteden sonra geliyor; ‘Yahu Arif ne var bunda? Şunun şurasında bir espri yapmışız Koca koca hakimler, savcılar oturmuş, ciddi ciddi iş yapıyoruz diye bilmem şu kanunun bu faslına girmez, şu faslına girer diye ahkam çıkarıyorlar. Doğru mu bu işler?” (Aktaran: Balcıoğlu, 2002. 181). Süleyman Arif Emre’nin anlattığına göre; Osman Yüksel iki defa da müstehcen neşriyattan ceza mahkemesine düşmüştür. Çok gülünç bir espiri imal edince kural mural tanımadan neşreden Osman Yüksel’in bu esripileri Süleyman Arif Emre’ye göre suç unsuru taşısa da beraat ettirilmiştir. Emre, davaya bakan hakimlerin bu espirilere bayıldığını, inceleme yapıyorken kahkaha tufanlarını duyduklarını aktararak, beraat kararının bile açıklanırken gülmemek için epey direnildiğini anlatmıştır.  Osman Yüksel’in hukukçu abisi Hasan Selami’nin de çok defa kendisine yazılarını yayınlamadan kendisinin okumasını teklif ettiğini anlatan Emine Bağlı, amcasının buna yanaşmadığını ve ‘ben onu sana gösterip düzelttikten sonra bir manası kalmaz’ dediğini ifade etmektedir. Osman Yüksel’e Serdengeçti dergisinin 4 sayısını çıkartmak 11 ay sonra nasip olmuştur. Derginin ikinci yılının birinci sayısı olan 5. sayıda ise yine ödenmeyen paralardan dolayı bayilere yönelik sitem yer almaktadır. 

         Osman Yüksel, 1950 yılında DP iktidarının hemen arefesinde ‘Bir Nesli Nasıl Mahvettiler?’ başlığı altında bir broşür neşretmiştir. Bu broşür toplatılırken, Osman Yüksel de mahkemeye verilmiştir. Osman Yüksel’in haklılığı ortaya çıkınca serbest bırakılmıştır.  “16 sayfadan ibaret, cirmi küçük cürmü büyük esercik fevkalade rağbet görmüş birkaç gün içinde sürümü onbinleri aşmış. Bizim neşriyatımızı noktasına virgülüne varıncaya kadar takip eden o zamanın iktidarı neslimizi mahvedenlerin niyetini, ziynetini, taktiklerini gösteren bu broşürü, Bakanlar Kurulunun kararı, İçişleri Bakanlığının emirleriyle, memleketin her köşesine, nahiye merkezlerine, hatta en küçük jandarma karakollarına varıncaya kadar çektiği telgraflarla toplattırmaya kalkıştı. Bakanlar Kurulunun bu kararı, İsmet Paşa’nın imzası ile Resmi Gazete’de aynen neşredildi. Bu küçücük, bir formalık broşür için Bakanlar Kurulunun toplanması, İçişleri Bakanlığının her yere yardırdığı şifreli telgraflar, nihayet zamanın Reisicumhurun imzası ile Resmi Gazetede broşürümüzün ‘yasak kitap’ olarak ilan edilmesi, o devrin zihniyetini göstermesi bakımından çok mühimdir. İş bu kararla da bitmedi. Hemen savcılığa celbedilerek sorguya çekildik. Milli Mücadeleyi yanlış istikamette göstermekten, bilmem neden, den, den, mahkemeye verildik. Halbuki biz bu eserimizde, Milli Mücadele günlerini, Kuva-yı Milliye ruhunu bütün sıcaklığı, heyecanı ile canlandırmış, böyle bir hava içinde doğan, büyüyen bir şehid yavrusunun sonradan menfi telkinlerle nerelere kadar sürükleneceğini, düşeceğini göstermek istemiştik.Tepeden inme emirlerle hareketegelen savcılığın iddialarını teker teker ele alarak çürüttük. Bu iddialar mahkeme tarafından da tasvip edilmedi, brüşürümüz serbest bırakıldı!...” (Serdengeçti, 2000, 7-8). Bu arada Osman Yüksel, 1939 yılında yaptığı vatani görevine ek olarak 1950 yaz devresinde tekrar askere çağrılmıştır. Yedek Subay Okulu Nakliye Bölüğünde eğitim alan Osman Yüksel ardından Türk Silahlı Kuvvetlerinde subay olarak bir süre görev almıştır.  Osman Yüksel’in askerlik görevini yaptığı dönemde Türkiye’deki tek parti rejimi de sona ermiştir.

        1946 yılında kurulan Demokrat Parti, 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanarak iktidara gelmiştir. İlk icraatlarından biri olarak zorla Türkçe okutulan ezanı tekrar Arapça okutmaya başlayan DP Hükümeti, geniş halk yığınlarının yanısıra Osman Yüksel tarafından da takdirle karşılanmıştır. Nitekim bu uygulamanın bir süre sonrasında Osman Yüksel, Serdengeçti dergisinin 11. sayısında “Yıkıldılar” başlıklı bir yazı kaleme almış ve okuyucularıyla paylaşmıştır.  Meşru olmayan olarak nitelediği CHP’ye karşı takındığı tavrın DP’ye farklı olacağına yazılarında işaret eden Osman Yüksel, buna rağmen DP’nin yanlışı olması durumunda karşı çıkacağını da net bir şekilde ortaya koymuştur. Hatta Serdengeçti dergisinin 15-16. sayısında “Yaşa Be Menderes” başlığıyla kaleme aldığı yazıda şöyle demektedir: “Aziz Başvekil!... Sen bu milleti tuttukça bu millet seni başında taşır. Tekrar ediyorum; sen politika cambazlarının, sen basma kağıt tüccarlarının, sen dönmelerin, sen iki yüzlü, üç yüzlülerin hezeyanlarına, tehditlerine kulak asma. Sen bize bak bize!... Allah tuttuğun hayırlı işlerinde sana yardım etsin. Bir kelime ile; varol, sağol!...” (Serdengeçti, 15-16. Sayı, 25).

        İktidarının devam eden yıllarında Osman Yüksel’in ifade ettiği ve tehditlerine kulak asmamasını istediği çevreler karşısında Menderes geri adım atmak zorunda kalmıştır. Ancak Osman Yüksel’in siyaseten de olsa geri adıma ve yine kendi tabiri ile halka sırt çevrilmesine hiç mi hiç tahammülü olmamıştır. Menderes’in bu durumuna karşı Osman Yüksel, “Bu Kervan Böyle Gitmez” isimli bir şiir yazarak, yanlışlarını ortaya dökerek kendisini uyarmıştır. Demokrat Parti döneminde de sık sık mahkemelik olan ve hapis yatan Osman Yüksel, “Biz Halk Partisini yıkan kuvvetlerin arasında hatta önünde olduğumuz halde Demokrat Parti devrinin de tokadını yiyenlerdeniz. Biz her devrin menkubuyuz” demiştir (Serdengeçti, 2003, 14). 

        Serdengeçti dergisinin yanında Osman Yüksel, Bağrıyanık isimli bir mizah dergisi de çıkarmış, ilk sayısında yazılardan dolayı mahkemelik olan dergi bir daha çıkamamıştır. Bağrıyanık dergisinin ikinci sayısını Serdengeçti dergisinin içinde bölüm olarak yayınlayan Osman Yüksel, ayrıca Mehdi isimli bir dergi de çıkarmak istemiş ancak bunu gerçekleştirememiştir.